Bırakınız Aksınlar

Bunca film, roman, şarkı, sanat eseri neden var? Neden onları izliyoruz, okuyoruz, üzerinde düşünüyoruz, tartışıyoruz? Çünkü biz robot değiliz? Duygu, düşünce, sezgi ve bilimum şey bizi yönlendiriyor. İzlediğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz, gördüğümüz her eser de bize bir şeyler düşündürüyor, hissettiriyor ve bizi bilimum şekilde etkiliyor. Ve bundan keyif alıyoruz, kendimiz yaşamış, söylemiş, yapmış, oynamış gibi hissediyoruz. Evet sanat bence insan için. Çünkü insanın buna ihtiyacı var. Rutin bir hayatımız olsa dahi sanatla o duygudan bu duyguya sürüklenebiliyoruz. His bizim gerçeğimiz. Çünkü biz robot değiliz?

Simone de Beauvoir’nın Yıkılmış Kadın kitabı çok acıtır mesela. Doğrularına sıkışmış kadınları anlatır. Mantıklı kararlar almak zorunda hisseden kadınları. Çünkü onlar akıllıdır, akıl demek eşittir mantık demektir. Bir ideolojileri var ise sıkı sıkı bağlı kalmak zorundalardır, söz konusu evlatları olsa bile. Sevdikleri adamlar keyiflerinin peşinden giderken onlar mantıklı davranmak zorundadır, en sonunda kimsesiz kalsalar bile. Evet en sonunda kimsesiz kalırlar. Kiminde güvendikleri dağa kar yağar ve fikren yalnız kalırlar, kiminde evlerinde tek başına karanlıkta kalırlar. Belki her halükarda kalacaklardı ama kim bilir? Hem belki kalpleri acıyorken acıdı diyebilselerdi ya da özledim ya da salla gitsin, belki de yalnız kalmanın yükünün yanında bir de öyle değilmiş gibi yapmanın yükünü taşımazlardı.

Ama hayat kitaplardaki, filmlerdeki gibi değil di mi? Yoo tam da öyle. Spesifik olarak o sahneyi yaşamıyor olsak da o duyguyu, düşünceyi taşıyoruz. Ancak mış gibi yapmamız gerekiyor. Çünkü mantıklı olan bu bla bla… Yazmak bile sıkıyor, gerisini siz anladınız.

İnsan koca bir sanat eseri. İçinde duygular, düşünceler, sezgiler ve bilimum şeyler var. Ancak bence mantık biraz daha haddini bilmeli. Her şeyi onun ekseninde düşünüyor olmak benim canımı sıkıyor. Duygularınız dolup taşıyorsa, sezgileriniz akıyorsa, bırakırsınız. Bırakınız aksınlar.

Onlar öyle bir günde dolmadılar.

Solucan Deliğinden Kemalettin Tuğcu Çıkarmak

Interstellar diye çok güzel bir film var. İzlemeyenler için kısaca anlatmaya çalışacağım. Nitekim anlatması zor. Bilim kurgu diyebileceğimiz ama aslında Albert Einstein ve Nathan Rosen’ın Genel Görelilik kuramına dair bir tahminden yola çıkarak hazırlanan felsefi bir tarafı olan klasik bilim kurgulardan farklı bir film. Teori şudur ki uzay/zaman içerisinde kısayol diyebileceğimiz köprüler vardır. Böylece uzay/zamanda iki nokta birbirine bağlanabilir, mesafe ve zamanı kısaltarak geçişler yapılabilir. Bu geçişlere de solucan deliği denir. (Kendilerinin verdiği isim tabii) Teoriye dair minicik bir özet bu elbette. Özetlerken hata yapmış da olabilirim. Ama film kısaca bunun üzerine kurulmuş.

Bir gün iş çıkışı arkadaşımla Taksim’deki sahaf festivaline gittik. Ben normalde eski basım veya ikinci el kitap seven biri değilim. Hatta eski kitaplara dokunurken huylanırım. O yüzden üstünkörü neler varmış diye bakınırken birleştirilmiş eski basım bir dergi gözüme ilişti. İsmi Çocuk Haftası‘ydı. Dergi hakkında bir fikrim yoktu ama o ara bir dergi projesi gündemdeydi ve ben de belki fikir verir düşüncesiyle dergiyi aldım.

Dergiyi eve getirince babamın gözleri doldu. Meğerse o, çocukken bu dergiyi takip edermiş. Hatta bu dergide Kemalettin Tuğcu’nun tefrika olarak yazdığı hikâyeleri çok severmiş. O zamana kadar Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını hiç okumamıştım. Ancak dramatik içeriğinden haberdardım. Babamın zamanında bu hikâyelerin karşılığı varmış ki yaklaşık 50 sene sonra hâlâ özlem duyuyordu. Çocukluğunu hatırlatıyor olsa gerek.

Yıllar birbirini kovaladı ve o zaman aklıma gelmeyen bir şey oldu. Kemalettin Tuğcu kitaplarına çalışmaya başladım! Tuğcu’nun kitaplarında oluşturduğu dünyayı saklı tutarken aynı zamanda günümüz değer yargılarını gözetmek, çalıştığım diğer kitaplara nazaran daha çok emek istiyor. Mâlum o zamanın toplumuyla şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Bu beni yorsa da garip hisler içindeyim. Tuğcu’nun kitaplarından ne zaman babama bahsetsem onda buruk bir gülümseme beliriyor. Çalışmaya başladığımdan beri, Interstellar filmindeki gibi babamın çocukluğu ile benim aramda bir köprü açılmış ve ben çalışmamla onun çocukluğunu etkiliyorum gibi hissediyorum. Sanki o, o satırları okurken eş zamanlı ben burada edisyon yapıyorum. Çok çok garip bir his.

Bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde yazının ortasında şöyle bir şey oldu. Çocuk Haftası dergisini alıp karıştırmaya başladım. Karşıma Kemalettin Tuğcu’dan bir tefrika çıktı. İncili Terlik. Şu sıra çalıştığım kitap! 8 yıl önce aldığım, 57 yıl önce yazılmış, babamın okuduğu tefrika, bilgisayarda parmaklarımın ucunda!

Hem belki de içindeki benim edisyonumdur :^^


Solucan deliği teorisi ile ilgili bir link:

https://evrimagaci.org/solucan-deligi-nedir-einsteinrosen-koprusu-gercek-mi-3048

Kemalettin Tuğcu’nun dünyasını anlamak için onun anma gününe dair söyleşi:

https://www.fatiherdogan.com/kemalettin-tugcu-icindeki-cocuk-icin-yazan-adam/

Ağlamak Serbest…

Coronavirüs günleri ile ilgili yazabildiğim kadar yazmak istiyorum. Hem bu olağanüstü durumla ilgili tanıklık olması hem de kendime bu süreçte hissettiklerimle/yapıp yapamadıklarımla ilgili hatıra kalması için.

Benim gibi ruh hâlinize göre ne giyeceğinize, yiyeceğinize, izleyeceğinize, okuyacağınıza karar veren biriyseniz; bu dönemde yaptığınız tercihler sizi de şaşırtıyor olabilir. Aslında birçoğu da bilinçsiz tercihler ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Belki de zihnimiz nelerle doluysa her şeyde ondan iz bulduğumuz içindir. Neydi meşhur şarkının sözleri?

Hatıralar sarmış dört bir yanımı, Baktığım her yerde izin duruyor, Ben seni düşünmek istemesem de, Bana her şey seni hatırlatıyor…

Evet Korona, bana bu ara her şey seni hatırlatıyor.

Geçen aydı sanırım. Platform filmini izledik. Kat sayısı bilinmeyen, çoğunlukla mahkumların yer aldığı ve kaçma imkânı olmayan bir yapıda, aç kalmamak için yapılan türlü iğrençlikleri anlatan, aynı zamanda da kapitalizm eleştirisi yapan ortalama bir film. Normal şartlarda filmin eksiğine gediğine odaklanır ve büyük ihtimalle çok saçma olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi? Haftalarca film aklımdan çıkmadı. Hâlâ aklıma geldikçe sinirlerim bozuluyor. Kendimizi kapana kısılmış hissetmemizle mi alakalı acaba?

Suat Derviş’in Kara Kitap‘ı ne zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Tabii ki bu süreçte okumayı tercih edecektim! Türkçede gotik tarzın ilk örneklerinden sayılan üç hikâyeden oluşan kitap, ciğerinizi söküp elinize veriyor. Çok sert, aynı zamanda çok dokunaklı. Etrafımızda yaşananlar da öyle değil mi?

Uzun zamandır Bütün Bir Ömür kitabı kadar yalın ve çarpıcı bir kitap okumamıştım. Küçük yaşta ailesiz kalan bir adamın, hayatı boyunca yaşadığı zorlukları kabullenişi, mutlu sonla bitmeyeceğini bildiğiniz ama bunun sorun olmadığı, karakterin hayatında başka türlü bir yaşam olamayacağını kabullendiğiniz, içinizi sızlatan ama bunun da sorun olmadığı, sadece izlediğiniz, hissederek izlediğiniz ve yalnızca 139 sayfa süren bütün bir yaşamı gözlerinizin önüne seren bir kitap. Araya nokta koyamadım, çünkü aynı zamanda nefes kesici. Yüzyılda bir karşılaşabileceğimiz bulaşıcılığı bu kadar yaygın bir hastalığı kabullenmekten başka çaremizin olmadığı bir dönemde değil miyiz?

Su Kürü… Kitabın konusuyla ilgili ne yazsam – aslında öyle değil – diye açıklama girmem gerekiyor. En azından son bölüme kadar şöyle sanıyorduk: Erkeklerin kötü, acımasız olduğu; havanın toksikle dolu olduğu bir dünyada, kızlarını her şeyden korumak isteyen bir aile. Sonradan anladık ki “zayıf, güçsüz, yapamaz, beceremez” olduğu için birisini kendine muhtaç kılan, aslında onu gerçekten zayıflatmak istiyordur. Hikâyede bugünle bağlantı kurduğum durum, ebeveynleri kızlarını korumak adına onları bir nevi sosyal izolasyona sokuyor. Başkalarıyla temas yok, aynı havayı solumak yok. Yoksa hastalanırsınız.

İçiniz karardı biliyorum. Benim de içim kararıyor. Hatta farkında olmadan süreçten ne kadar etkilendiğimi okuyup izledikçe gözlerimin dolmasından anlıyorum. Ağlamaya hazır bekliyorlar. Belki de bu yüzden içgüdüsel bir şekilde içimin sıkkınlığına yeni sıkıntılar ekliyorum. Dolsun taşsın, ben de rahatlayayım.

Son olarak Bütün Bir Ömür kitabından; Yine seyahat ediyor, dağların arasında havada asılı duruyor, mevsimlerin onun için hiçbir anlamı olmayan ve hiç de ilgi duymadığı renkli resimler gibi altından geçip gittiğini görüyordu.

Değişen mevsimlerin farkında olmak dileğiyle…

Kitapların Evdeki Varlığı

Kitaplarım benim vazgeçilmezlerim değildir. Birine ödünç verirken ödüm kopmaz, tekrar tekrar okumayacağım veya çok bayılmadığım kitapların sırf satın aldığım için evde yer işgal etmesini istemem. Kütüphanemi sevdiğim kitaplarla, bende hatırası olanlarla ve başvurabileceğim kaynaklarla donatmayı istiyorum. Bu yüzden ara ara kitaplığımı elden geçiriyor, çok da gerekli görmediklerimi dağıtıyorum. Hem yeni kitaplara yer açılmasını seviyorum hem de kitaplığımdaki kitaplara bakıp haz duymayı. Sürekli yeni kitap almaya devam ediyorsanız elbette bu aynı zamanda bitmeyen bir süreç. Ama öbür türlü hepsini elimin altında tutmaya harcadığım çaba bana büyük bir yük gibi geliyor, aynı zamanda da anlamsız.

Ailemle yaşarken babamın kitaplığı, bizim (ablam ve ben, sonra kardeşim ve ben) odamızın kapalı balkonundaydı. Çocukluğumdan beri evdekilerle her tartışmamda; üzüldüğümde, kızdığımda kendimi oraya atardım. Kitaplarla olmayı sevdiğim için değil, orası kısmen izole bir yer olduğu içindi. Sonra zaman içerisinde babamın türlü türlü kitaplarını okumaya başladım. Hiçbiri yaşıma uygun değildi ama bunun farkında değildim açıkçası. Tek kriterim ilgimi çekip çekmemesiydi.

Birkaç ay önce annemle konuşurken işte kitap dolu bir evde büyüdüğümüz için kitapları sevdiğimizi söylüyordum ki annem “Öyle olsa hepiniz severdiniz.” dedi. Eh, çocukların dörtte üçü ilgili ama kalan dörtte birinin hakikaten alakası yok. Tam anneme hak verecektim ki çok da düşünmeden, “Çünkü kitaplık bizim odamızın balkonundaydı, iç içeydik.” dedim. Annem üstelemedi ben de verdiğim cevabı sonra düşünmek üzere rafa kaldırdım.

Gelelim şimdiye… Mesleğimden dolayı da olsa gerek evimde hep güzel bir kütüphanem olsun istedim. Şimdiye kadar oturduğumuz her evde Ahmet’le kendimize bir çalışma odası ayırdık ve kitaplarımızı oraya koyduk. Öte yandan zamanında Borgen* diye çok şahane bir dizi izlemiştim. Orada kitaplar günlük hayatın bir parçasıydı ve bu tam da benim istediğim bir şeydi aslında. Sonra her odayı türlerine göre kitapla donatmayı düşündüm. Yemek ve yemek kültürü kitapları mutfağa, romanlar oturma odasına, başvuru kitapları salona gibi… Şimdi baktım da çok saçma bir hayalmiş 😀 Her neyse sadede geliyorum. Kitap azaltmama rağmen kitaplığa yine sığamayınca bir tane daha alsak da şuraya mı buraya mı koysak, diye sesli düşünürken Ahmet, yenilikçi yaklaşımıyla “Salonu kitaplıkla dolduralım sonra da bu konuyu kapatalım.” dedi. Ben de bu fikrin üstüne atladım tabii hemen. Sonuç olarak artık sevdiğim kitapların çoğu salonda ve ben onları çalışma odasına kapattığımda ne kadar yazık etmişim onu fark ettim. Gül Ayşe gün içinde binlerce kez onları dökse de artık hepsi elimizden geçiyor; çayımı içerken Didem Madak’tan birkaç kalp yarası şiir okuyabiliyor, keyfim varsa sevdiğim çizgi romanlara yeniden göz gezdirebiliyor, okuduğum kitaptan sevdiğim yerleri Ahmet’le paylaşabiliyor, okuyamadım diye hayıflanıp durduklarıma hemen şimdi başlayabiliyorum. Elbette sadece beni değil, evin diğer fertlerini de etkiliyor bu ortam. Gül Ayşe de bizi taklit etmeye başladı. Onu yetiştirirken kılavuz olsun diye okuduğum kitapları özenle seçip okuyor numarası yapıyor 🙂

Yukarıda saydıklarımı önceden de yapabilirdim ama kitaplar günümüzü en çok geçirdiğimiz yerde, gözümüzün önünde olunca – hele karantinadayken – hepimiz için hayatın doğal akışına dahil oldu.

Ve anneme verdiğim cevaba gelirsek… Farkında olmadan doğru bir karşılık vermişim! Kitapların evde olması tek başına yeterli olmayabilir, kitapları çocukların gözlerinin önüne koymak lazım. Sadece onlara ait kitapları onların odasına koymak da yeterli değil. En çok vaktimizi geçirdiğimiz odanın baş köşesine neyi koyduğumuz neyi daha fazla önemsediğimizi de gösteriyor. Tv ise o, vitrin ise o, resim ise o…


Borgen: Kadın bir siyasetçinin ev ve iş yaşamı arasında geçen zorlu sürecinin anlatıldığı Danimarka dizisi.