You were the sweetest thing that I ever knew But I don’t care for sugar honey if I can’t have you Since you’ve abandoned me My whole life has crashed Won’t you pick the pieces up ’cause it feels just like I’m walking on broken glass
Walking on walking on broken glass
The sun’s still shining in the big blue sky But it don’t mean nothing to me Oh let the rain come down Let the wind blow through me I’m living in an empty room With all the windows smashed And I’ve got so little left to lose That it feels just like I’m walking on broken glass
Walking on walking on broken glass
And if you’re trying to cut me down You know that I might bleed Cause if you’re trying to cut me down I know that you’ll succeed And if you want to hurt me There’s nothing left to fear Cause if you want to hurt me You’re doing really well my dear
Now everyone of us was made to suffer Everyone of us was made to weep But we’ve been hurting one another And now the pain has cut too deep… So take me from the wreckage Save me from the blast Lift me up and take me back Don’t let me keep on walking… Walking on broken glass
Mart ayından beri sürdürdüğümüz izolasyondan, haziran ayı itibariyle seyahat izni çıkmasıyla, soluğu kızımla birlikte Ali dedemin bağında aldım. Burası aynı zamanda çocukluğumun geçtiği yer. Bağı, buradaki evi çok seviyoruz. Hem konforlu hem sevdiklerimizle dolu hem bize özel, tam nefes almalık.
Aslında biz küçükken burası pek sevdiğimiz bir yer değildi. 10 kmlik yol bir türlü bitmez, yolda pide almak için durmalar bize işkence gibi gelir, vardığımız yerde de rahat edemezdik. Şimdiki hâlinden çok farklıydı o zaman.
3+1 odadan oluşan, kerpiçten yapılmış, tavanı ağaç gövdeleriyle desteklenmiş bilimum börtü böceğin olduğu, akrepten ölesiye korkutuğum bir yerdi. Üzüm bağı ile evin arasında kocaman bir çardak olan “Kuyunun Başı” vardı. Genelde yatma saatine kadar orada otururduk. Adı üzerinde, içme suyunu tedarik ettiğimiz bir kuyu vardı içinde. Motorla kuyudan su çekilirdi. Ara sıra dayım kuyuya sarkar içini temizlerdi.
Oturma odası diyebileceğim yerde tüplü bir televizyon vardı. Abimle ne izleyeceğimiz konusunda şiddetli kavgalara tutuşurduk. Çoğu abi gibi hep onun istediği olurdu :/ Bir keresinde Dağcı filmini izliyorduk. İpten asıldıkları, hayatta kalmaya çalıştıkları sahnede televizyonu kapatmıştı. Filmin sonunu hâlâ bilmiyorum.
Yalnızca sıkıldığım anılar yok tabii… Evin avlusundan bağa çıkılan geçişin hemen başında ceviz ağacı vardı. Onun kalın dallarına kuş gibi tüner, ablamla komşuculuk oynardık. Jelo’nun Kaseti dememiz yeter mesela, o günleri hatırlayıp gözümüzden yaş gelene kadar gülmek için 🙂 Sonra yaşlandı o ağaç, tıpkı evin arkasında salıncak kurduğumuz söğüt ağacı gibi… Artık ikisi de yok. Bak yine hüzünlendim.
Eğer dolunaya denk geldiysek de gece tavana sandalyeler atılır, mehtap balosu yapılırdı. Dedemin eğlenelim diye uydurduğu etkinliklerden biriydi. Teyzem şarkı söyler, biz ona eşlik ederdik. Çayı orada içer; sohbet eder, yerli yersiz güler, en sonunda da mahzunlaşırdık. Veda vakti gelirdi.
Sonra biz İstanbul’a taşındık.
Evin mutfak kısmı yıkıldı, yeniden inşa edildi, bir kat eklendi, bahçe düzenlendi, torunlar eğlensin diye havuz yapıldı. Eskiyle yeni harmanlandı. Torunların çocukları oldu, biz 700 küsur kilometreyi gözümüz kapalı gider olduk. Artık yalnızca anne babam için değil, bizim için de orası çok kıymetli bir yer. Film başa sardı yani.
Geçen yıl torun çocuklarından bir tanesi, “Dedem babaannemle evlendiği için çok şanslıymış, annem de babamla evlendiği için şanslı. Benimle evlenen de çok şanslı olacak. Çünkü bağımız var bizim.” dedi. İster istemez güldük. Hadi torunların eşlerine nasip oldu da, senin yıllar yıllar sonraki olası eşin de mi gelecek buraya yani?
***
1920ler… Kayseri’de yaşayan Nesibe Hanım, o dönem için varlıklı bir kadındır. Mehmet Bey ile evlenir. Fadime adında bir kız çocukları olur. Ne var ki Nesibe Hanım çok yaşamaz, vefat eder.
Nesibe Hanım’ın vefatından sonra Mehmet Bey ikinci kez evlenir. Ne yazık ki kızı Fadime de 17 yaşındayken vereme yakalanıp vefat eder. Mehmet Bey, ilk eşiyle evliyken köyün eteklerinden tam tamına 75 kırmızı* liraya arsalar almıştır. O arsalar Nesibe Hanım sayesinde mi alınmış, orası muallak. Ama aileden varlıklı olduğu için büyük ihtimalle öyle.
Mehmet Bey’in evlendiği Fadime Hanım’dan hayatta kalan 4 çocuğu vardır. 1960 yılında Mehmet Bey vefat eder. İkinci eşi Fadime Hanım ise 84 yaşına kadar yaşayacak, 1989 yılında vefat edecektir.
Mehmet Bey’den sonra arsalar bölüştürülür ve evin de içinde bulunduğu kısım ilk erkek çocuk olan Alaaddin’e kalır. Alaaddin’in de 3 çocuğu vardır. Fadime Hanım da o oğluyla birlikte yaşar.
Alaaddin, yani benim dedem, dedeannem ve anneannemle birlikte bağımızı bağ yapan kişi. Ama benim aklım Nesibe Hanım’da. Bu hikâyeyi öğrendiğimden beri bizimle hiç alakası olmayan ama buranın yuvamız, kaderimiz olmasında farkında olmadan rol oynayan Nesibe Hanım’ı düşünmeden edemiyorum. Aramızda kan bağı olmamasına rağmen görünmez bir bağ olacak ki 100 yıl sonra küçük bir hikâyeyle gelip omzuma konuverdi. İnsan ister istemez düşünüyor. Biz bir asır sonra, minik hikâyelerimizle birilerine dokunabilecek miyiz?
***
İşte öyle, ufkumuz ne kadar dar ki bize kadar gelen nimetin abimin kızı Nefise’nin olası eşine uzanamayacağını düşündük. Hâlbuki hayat, ufuk çizgisinden de ötede devam ediyor.
Başlık çok iddialı duruyor biliyorum ama açıklayacağım.
Şu sıralar Coronavirüs nedeniyle kendimizi evlere kapattık ve evin bizi nasıl yuttuğuna şahit oluyoruz. İlk haftalar dışarıda çalışmak zorunda olmayan herkes bunu fırsat bilip evin keyfini çıkarmaya çalıştı. Ancak 1 aydan fazladır evde oturunca bu çıkmazımız aynı zamanda bizim yeni normalimiz olmaya doğru gidiyor. Çünkü insan bir süre sonra alıştığından rahatsız olsa da bunu değiştirmekten korkuyor.
İlk girdiğim bordrolu işimde, çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Bir süre iyiydi ama yıllar geçtikçe yorulmaya başladım. Ayrılmak istiyordum ama bunu gerçekleştirecek gücü kendimde bulamıyordum. Çalıştığım yerdeki sorunlardan şikâyet etsem de sorunlar bildiğim sorunlardı ve aynı zamanda bunlar benim alışkanlığım olmuştu.
Yukarıda yazdığım, alışık olduğumuz yerden/kişiden/çevreden ayrılmamızın psikolojik boyutuyla ilgili Öfke Dansı kitabı çok aydınlatıcı. Basitçe, bazı ilişkilerin neden kangren hâle geldiğini, değişim için sarf ettiğimiz bazı çabaların neden işe yaramadığını anlatıyor. O kitaba başka bir yazıda detaylı değinirim sanırım.
Bugün başka türlü bir değişimden bahsedeceğim: Gerçeklerimiz ile hayallerimiz birbirinden uzaklaştığında, durumumuzu hayallerimize göre yeniden şekillendirebilir miyiz? Böyle yazınca gerçeklikten uzak bir düşünce gibi duruyor ama neden olmasın?
Yoğun mesaili işimden ayrıldıktan sonra evden çalışmaya başladım. Elimde yine çokça iş vardı ama iş yeri stresi yoktu. Hayatımdan memnundum. Ancak evden çalışanlar iyi bilecektir, eğer çok planlı programlı değilseniz, tüm gün çok fazla bölündüğümüz için işleri bitirme süresi uzar. Ve kendinizi sürekli çalışıyor hissiyle bulursunuz. Zihniniz hiç rahat değildir.
İşte böyle başlayan süreç eğer çok sosyal bir varlık değilseniz, bir süre sonra evden çıkamamaya dönüşüyor. Dışarıda geçirdiğiniz her vakit lüks gibi geliyor ve evde durdukça dışarı çıkma alışkanlığınızı kaybediyorsunuz. Evde olmak şikâyet ettiğiniz ama değiştirmeye çalışmadığınız, sadece söylendiğiniz bir durum oluyor.
Kendimizi karantinaya aldığımız şu dönemde, herkes hayatında değişen şeylere duyduğu özlemi anlatırken, ben neredeyse günlük olarak hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Evet ailece tatil planları, hafta sonu yaptığımız geziler iptal oldu ama evde olma duygusuna alışığım ve neredeyse dışarının özlemini çekmiyorum. Daha önce yaptığım her şeye devam ettiğim için hayat rutinimde devam ediyor. Sevdiklerimle görüşememek dışında…
Bu evde kalma durumu, benim kendimle ilgili uzun zamandır fark ettiğim ve üzerine kafa yorduğum bir şey aslında. Ama yine bunu değiştirecek gücü bir türlü kendimde bulamadım. Rahatsız olduğum bu durum bir şekilde benim konfor alanım aynı zamanda.
Ödüllü tasarımcı Ayşe Birsel’in “Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın.” adında, tasarımların en önemlisi gördüğü, insanın kendi hayatını tasarlamasıyla ilgili yol gösterici bir kitabı var. Katıldığı bir toplantıda, “Hayattaki en stratejik amacınız nedir?” sorusuna, üzerinde çok düşünmediği bir cevap veriyor: “Stratejik amacım sevdiğim yaşamı tasarlamak!” Sonra ekonomik bir durgunluk yaşanıyor, o süreçte “Bir tasarımcı olarak düşüncelerimi nasıl ifade edebilirim?” diyor ve yaşadığı süreci avantaja döndürmek adına, tasarımlarını yaparken kullandığı yöntemle sürece yaklaşmaya karar veriyor. Bunu dört adımda özetliyor: Boz, Bak, Yap, İfade Et. Bu yöntemi bir proje olarak kendi hayatında uyguluyor.
Böyle yazınca kulağa gerçek dışı veya sabun köpüğü bir kişisel gelişim kitabı gibi geliyor olabilir ama aslında bu bir oyun kitabı. Sayfalardaki yönlendirmelerle, hayatınızda farkında olup olmadığınız her şeyi ortaya döküyorsunuz ve tüm bunların içinde nelerin değişmesini, nelerin kalmasını istersiniz ona kafa yoruyorsunuz. Ayrıca farklı bakış açısı geliştirebilmeniz için aktiviteler var. Resim çizmek, şablon hazırlamak, metin yazmak gibi… Zihninizi, hayatınızı kitaba döktükten sonra; bu kez istediğiniz yaşamı kurguluyorsunuz ya da ne istediğinizin farkına varıyorsunuz diyelim.
Kitap birkaç günde okunacak türde değil. Her gün 20 dk kitabın üzerinde çalışmanızı tavsiye ediyor yazar. 256 sayfa olduğunu düşünürsek, yaşamınızı her şeyiyle ortaya koymanız ve üzerinde kafa yormanız için epeyce zaman harcıyorsunuz. Eh, bu da iyi bir şey bence.
Karantina sonrası artık aynı insan olmayacağımızı, bu yüzden de süreci kendimize katkı sağlayarak geçirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da çoğunlukla online eğitimler almak, kendimizi geliştirmek, normal zamanda vakitsizlikten yapamadığımız şeylerle uğraşmak olarak düşünüyoruz. Benim günlük rutinimde çok fazla şey değişmediği için yukarıda yazdıklarımın yerine ben, karantina sonrası kendimi olağan karantinamdan çıkarmayı deneyeceğim. Belki sizin de hayatınızda yeniden tasarlamak istediğiniz bir şeyler vardır?