Dönüşümümüz Muhteşem Olsun

Üniversite 3. sınıfta aldığımız dijital medya araçları dersinde, hocamız bir arkadaşımıza “Sen dönüşmüş bir öğrencisin.” demişti. O zaman bu sözün beynimde hiçbir karşılığı olmadığı için hoca yabancı bir dil konuşuyormuş gibi bön bön bakmıştım. Sonradan “dönüşmüş” kelimesinin arkadaşımın dersleri dinlerken veya notları kaydederken geleneksel yöntemler yerine dijital araçları kullandığı için söylediğini anladım. Yine de çok garip bir ifadeydi benim için.

Bugün artık dijital anlamdaki dönüşümler, dönüşenler, dönüştürenler günlük hayatımızdaki dilin içerisine yerleşti. Ancak bu kelimeleri genelde olumsuz anlamda kullanıyoruz. Tespitten ziyade, eskiyi güzelleme yeniyi yerme olarak. Hâlbuki binlerce yıldır insan hayatı dönüşüyor. Geçmişteki özlem duyduğumuz şeyler de o gün için geçmişin dönüşmüş hâli. Ve büyük ihtimalle o dönem de bu dönüşümden olumsuzlukla bahsediliyordu. Aslında yeterince yaşlı olanlarla sohbet ettiğinizde o güzellediğimiz eskinin çok da güzel olmadığını anlıyoruz. “Zordu yavrum o zamanlar. Şimdi sizler daha rahatsınız. Ne ideyim bu daha iyi.” der anneannem mesela.

Geçmişe dair özlediğimiz şeyler aslında o zamanki hislerimiz. Belki artık çocukluğumuzdaki sevdiklerimiz eksildi, ortamlar değişti, hayallerimiz azaldı.

Bir etkinlikte Konda Araştırma Şirketi’nin başkanı Bekir Ağırdır şuna benzer bir şey söyledi: “Dünyada hiçbir zaman hiçbir şey olduğu yerde kalmamıştır. Hep ilerlemek zorundadır, her şey. Bunu kabul edip ona göre davranmazsanız bu ilerlemeyi kötü bir şey olarak değerlendirirsiniz. Hâlbuki hiçbir gelişme insanlığı geriye doğru götürmez.”

Yaratıcı Tür kitabının ilk kısmında bu durumun insan beyninin çalışma şekliyle alakalı olduğunu uzun uzun anlatıp şu soruyu soruyorlar: “Saç stilleri veya stadyumlar neden değişip durur? Neden kusursuz bir çözüm bulup ona sadık kalmayız bir türlü? Yanıt: Yeniliğin sonu yoktur çünkü, yenilik hiçbir zaman doğru olan şeyle değil, bir sonraki şeyle ilgilidir. İnsanlar geleceğe yaslanır ve asla bir noktada yerleşip kalmazlar.”

Şimdi yukarıda yazdıklarımı kabullendiğimizi varsayıyorum. Değişim, dönüşüm dünya döndükçe olacak, peki çocukluğumuzdaki o hisleri yakalayabilmek için şu anda ortam hazırlayabilir miyiz ve çocuklarımıza bu hisleri geçirebilir miyiz? Öyleyse nasıl?

Arkadaşlarımızla, çocuklarımız için bayramlarımızı nasıl çekici hâle getirebiliriz diye konuşuyoruz bazen. Hatta çocukları geçelim, kendimiz için nasıl çekici hâle getirebiliriz? Öyle ya, bayram tatillerinin çoğunu tatil yapmak için bir yerlere giderek değerlendirme eğilimi var artık. Bir yandan çoğunluk eski bayramlara özlem duyuyor ama eskisi gibi olmayacaksa hiç olmasın diyerek yeni bir bayram kültürü inşa etmiyor, en azından kendi küçük ailesi için. Çünkü bayramın verdiği hissi de unuttuk. Sanıyoruz ki o hisleri veren geçmişteki o ortamdı, ritüellerdi. Hâlbuki o hisler, özlemler bir koku veya nesne ile çağrılabilen şeyler değil mi?

Bu sene izolasyondan ötürü bayramı evimizde geçirmemiz gerekti birçok insan gibi. Sevdiklerimizi ziyaret edememek üzse de, bende farklı aydınlanmalara yol açtı bu durum. Fark ettim ki onlarla geçirdiğimiz vakitle bayramı kutlamış sayıyorduk kendimizi. Eve gelince eşofmanlarımızı giyip normalimize dönüyorduk. Ancak bu bayramda, bayramı hissetmemiz için çaba sarf etmemiz gerekti. Gül Ayşe olmasa böyle bir hevese kapılmazdık büyük ihtimalle ama, çocuk varken konu ona önem verdiğimiz şeyleri nasıl sevdirebilirize dönüyor. Bunun için de neden sevdiğini hatırlamak gerekiyor. Neden seviyorduk?

Hani daha küçükken bayram için kıyafet alınırdı ve bayramın gelmesini iple çekerdik, artık kıyafet almak sıradanlaştığı için o keyfi de yaşayamaz olduk. Evet bir şeyler dönüştü ama dönüşürken o heyecanı hangi yollarla saklı tutacağımıza kafa yormadık. Artık eskisi gibi olmayışını kabullenip buna razı olduk. Artık bayramın gelmesini yeni bir kıyafet alacağımız için beklemiyoruz, o zaman ne için beklemeliyiz? En azından çocuklarımız ne için beklemeli?

Bu kez sonunu bir yere bağlamayacağım. Ucu açık kalsın, bu soruları düşünelim.

Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın*

Başlık çok iddialı duruyor biliyorum ama açıklayacağım.

Şu sıralar Coronavirüs nedeniyle kendimizi evlere kapattık ve evin bizi nasıl yuttuğuna şahit oluyoruz. İlk haftalar dışarıda çalışmak zorunda olmayan herkes bunu fırsat bilip evin keyfini çıkarmaya çalıştı. Ancak 1 aydan fazladır evde oturunca bu çıkmazımız aynı zamanda bizim yeni normalimiz olmaya doğru gidiyor. Çünkü insan bir süre sonra alıştığından rahatsız olsa da bunu değiştirmekten korkuyor.

İlk girdiğim bordrolu işimde, çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Bir süre iyiydi ama yıllar geçtikçe yorulmaya başladım. Ayrılmak istiyordum ama bunu gerçekleştirecek gücü kendimde bulamıyordum. Çalıştığım yerdeki sorunlardan şikâyet etsem de sorunlar bildiğim sorunlardı ve aynı zamanda bunlar benim alışkanlığım olmuştu.

Yukarıda yazdığım, alışık olduğumuz yerden/kişiden/çevreden ayrılmamızın psikolojik boyutuyla ilgili Öfke Dansı kitabı çok aydınlatıcı. Basitçe, bazı ilişkilerin neden kangren hâle geldiğini, değişim için sarf ettiğimiz bazı çabaların neden işe yaramadığını anlatıyor. O kitaba başka bir yazıda detaylı değinirim sanırım.

Bugün başka türlü bir değişimden bahsedeceğim: Gerçeklerimiz ile hayallerimiz birbirinden uzaklaştığında, durumumuzu hayallerimize göre yeniden şekillendirebilir miyiz? Böyle yazınca gerçeklikten uzak bir düşünce gibi duruyor ama neden olmasın?

Yoğun mesaili işimden ayrıldıktan sonra evden çalışmaya başladım. Elimde yine çokça iş vardı ama iş yeri stresi yoktu. Hayatımdan memnundum. Ancak evden çalışanlar iyi bilecektir, eğer çok planlı programlı değilseniz, tüm gün çok fazla bölündüğümüz için işleri bitirme süresi uzar. Ve kendinizi sürekli çalışıyor hissiyle bulursunuz. Zihniniz hiç rahat değildir.

İşte böyle başlayan süreç eğer çok sosyal bir varlık değilseniz, bir süre sonra evden çıkamamaya dönüşüyor. Dışarıda geçirdiğiniz her vakit lüks gibi geliyor ve evde durdukça dışarı çıkma alışkanlığınızı kaybediyorsunuz. Evde olmak şikâyet ettiğiniz ama değiştirmeye çalışmadığınız, sadece söylendiğiniz bir durum oluyor.

Kendimizi karantinaya aldığımız şu dönemde, herkes hayatında değişen şeylere duyduğu özlemi anlatırken, ben neredeyse günlük olarak hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Evet ailece tatil planları, hafta sonu yaptığımız geziler iptal oldu ama evde olma duygusuna alışığım ve neredeyse dışarının özlemini çekmiyorum. Daha önce yaptığım her şeye devam ettiğim için hayat rutinimde devam ediyor. Sevdiklerimle görüşememek dışında…

Bu evde kalma durumu, benim kendimle ilgili uzun zamandır fark ettiğim ve üzerine kafa yorduğum bir şey aslında. Ama yine bunu değiştirecek gücü bir türlü kendimde bulamadım. Rahatsız olduğum bu durum bir şekilde benim konfor alanım aynı zamanda.

Ödüllü tasarımcı Ayşe Birsel’in “Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın.” adında, tasarımların en önemlisi gördüğü, insanın kendi hayatını tasarlamasıyla ilgili yol gösterici bir kitabı var. Katıldığı bir toplantıda, “Hayattaki en stratejik amacınız nedir?” sorusuna, üzerinde çok düşünmediği bir cevap veriyor: “Stratejik amacım sevdiğim yaşamı tasarlamak!” Sonra ekonomik bir durgunluk yaşanıyor, o süreçte “Bir tasarımcı olarak düşüncelerimi nasıl ifade edebilirim?” diyor ve yaşadığı süreci avantaja döndürmek adına, tasarımlarını yaparken kullandığı yöntemle sürece yaklaşmaya karar veriyor. Bunu dört adımda özetliyor: Boz, Bak, Yap, İfade Et. Bu yöntemi bir proje olarak kendi hayatında uyguluyor.

Böyle yazınca kulağa gerçek dışı veya sabun köpüğü bir kişisel gelişim kitabı gibi geliyor olabilir ama aslında bu bir oyun kitabı. Sayfalardaki yönlendirmelerle, hayatınızda farkında olup olmadığınız her şeyi ortaya döküyorsunuz ve tüm bunların içinde nelerin değişmesini, nelerin kalmasını istersiniz ona kafa yoruyorsunuz. Ayrıca farklı bakış açısı geliştirebilmeniz için aktiviteler var. Resim çizmek, şablon hazırlamak, metin yazmak gibi… Zihninizi, hayatınızı kitaba döktükten sonra; bu kez istediğiniz yaşamı kurguluyorsunuz ya da ne istediğinizin farkına varıyorsunuz diyelim.

Kitap birkaç günde okunacak türde değil. Her gün 20 dk kitabın üzerinde çalışmanızı tavsiye ediyor yazar. 256 sayfa olduğunu düşünürsek, yaşamınızı her şeyiyle ortaya koymanız ve üzerinde kafa yormanız için epeyce zaman harcıyorsunuz. Eh, bu da iyi bir şey bence.

Karantina sonrası artık aynı insan olmayacağımızı, bu yüzden de süreci kendimize katkı sağlayarak geçirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da çoğunlukla online eğitimler almak, kendimizi geliştirmek, normal zamanda vakitsizlikten yapamadığımız şeylerle uğraşmak olarak düşünüyoruz. Benim günlük rutinimde çok fazla şey değişmediği için yukarıda yazdıklarımın yerine ben, karantina sonrası kendimi olağan karantinamdan çıkarmayı deneyeceğim. Belki sizin de hayatınızda yeniden tasarlamak istediğiniz bir şeyler vardır?


Merak edenlere Ayşe Birsel’in TEDx konuşması:

Burada da katıldığı bir canlı yayın var: