Life of Pi’ye Giden Uzun Yol

Burada saatlerin ileri alınması ve havanın ısınmasıyla nihayet Londra’da yaşadığımızı hissetmeye başladım. Sık sık okul tatili, havanın erken kararması, küçük evde kapalı kalmak, memleket özlemi vs derken iyice bunalmıştım. Şimdi mümkün oldukça aile gezilerimiz haricinde haftada bir gün ya yalnız ya da arkadaşlarımla kendimi dışarı atıyorum. Mümkünse park, bahçe olmasın 😄 

Burada malum her taraf mükemmel yeşil alanlarla dolu ve çocukla her fırsatta birine gitmeye çalışıyoruz. Ancak oraları kafama “çocukla gidilecek yerler” olarak kodladım. Ve biraz da aynı aynı gelmeye başladı yalan yok. Geçen gün arkadaşım Zeynep, haftaiçi tüm gün çalıştığı için park özlemiyle tutuşurken “yoo bensiz gidin, çocuksuz parka gidecek değilim.” dedim. Bunu da burjuva dertleri olarak kenara yazabiliriz 😛

Burada İngiliz babalarını haftasonu minik bebekleriyle, çocuklarıyla; parklarda, cafelerde görmek olağan. Anneler kendilerine ait zaman oluşturuyorlar. Açıkçası şimdiye kadar böyle bir lüksüm çok olmadı. Gül türlü katakullilerle ondan 4 saatten fazla uzak kalmama izin vermiyordu. Niye 4 saat? Çünkü çişini o kadar tutabiliyordu 😅 Evet, normalde kendi başına tuvalete giden çocuk güvendiği ellerde olmasına rağmen (anneanne, teyzeler veya babasıyla beraberken) tuvalete gitmeyi hep reddetti. Böylece beni yanında tutabiliyordu. Arkadaşımla cafede otururken eve dönüp onun tuvalete gitmesini sağlayıp sonra cafeye döndüğümü bilirim. Kreşte de iki ay kadar bunun zorluğunu yaşadık. Sonunda, benden uzakta kalmanın sorun olmadığını hissetmeye başladığında tuvalet için çağırmayı bıraktı. (Evet kreşte de yaşanıyordu) Bu talebi cebren ve hile ile öncesinde de kesebilirdim belki (tabii ki konuşarak birçok kez ikna çabasına giriştim) ama Gül, kendini çekirdek ailesiyle güvende hisseden, ortamla, eşyalarıyla bağ kuran bir çocuk ve biz sürekli yer değiştirerek, zaman zaman onu babasından uzakta bırakarak (şartlar öyle gelişti tabii) onun sınırlarını bence yeterince zorladık. O nedenle bu konuda kendimi ona bıraktım. Ve şimdi 4,5 yıl sonra özgürlük! 

Konu bu değildi ama girmişken biraz anlatayım. Gül hâlâ benim onsuz bir yere gitmeme biraz mırın kırın ediyor tabii. Bugün mesela gideceğimi söyledikten sonra benimle oyun oynadı, oyunda, “Benim annem kötü beni bırakıp gidiyor sen yeni annem olur musun?” dedi 🤓 Ben de yeni anne olarak eski anneyi övdüm hemen 😌 Ancak babasıylayken artık bensiz yapamayacağı bir şey kalmadığı için arkama bakmadan kaçıyorum. Bana çok iyi geldi. Ve tabii Gül’ün de bana göbekten bağlı olmaması için bir yandan olması gereken bir şey. Babasıyla yalnız zaman geçirmek haftaiçi duyduğu özlemi de azaltıyor. Gül ile ben mutluyuz şu durumdan, Ahmet de öyledir umarım 🤓 

Size bu satırları metrodan yazdım (Hatta ineceğim durağı kaçırdım.) Şimdi -Londra’da ilk kez- bir tiyatro oyununa gidiyorum. 1 haftadır bu günü bekliyorum çok heyecanlıyım. 

Bekle beni Life of Pi! Buraya uzun yollardan geldim! 

Yine metrodayım eve dönüyorum. Oyun harikaydı, mükemmeldi ne kadar emekti öyle! Ellerimiz patlayana kadar alkışladık ❤️ 

Çocuk Kitaplarının Pertavsızla İmtihanı

Son birkaç yıldır özellikle ebeveynlerin gündeminde çocuk kitaplarının büyük zararları olabileceği konuşuluyor, metinlerin altında subliminal mesaj aranıyor, panik hâlde “büyük oyun” görmeye çalışılıyor. Bu konuda benim düşüncem net. Bir kitap sizin hassasiyetlerinize uygun olmayabilir. Ancak çocuğunuzla doğumundan itibaren olabildiği kadar sağlıklı ve açık bir iletişiminiz varsa, onunla kendi bakış açınız hakkında konuşuyorsanız, yani kendi değerlerinize göre bilinçlendirdiyseniz, dış etkenleri bu kadar önemsememelisiniz. Eğer bir kitabın çok büyük sorunlara yol açabileceğini düşünüyorsanız, önce çocukla ilişkinizi gözden geçirmek faydalı olabilir. Bu konuyla ilgili kitap kulübümüz Balonlu Sakız Ağacı’nın podcast serisinde ve Tuğba Akbey İnan’ın da Mavi Dünya adlı podcast programında konuştuk. Linkleri aşağıya ekliyorum.

Bu aralar Murat Toklucu’nun yazdığı, Nurcihan’ın Çamaşırları ve Diğer Meseleler adlı bir kitap okuyorum. Bazıları ucundan yakaladığım bazıları içinde olduğum bazıları ise “yok artık” diye güldüğüm gazete haberlerinden oluşuyor. Dönemlerin asparagas haberlerinden, politik olanlara; gazeteciliğin yanıltıcı olarak nasıl kullanıldığına dair çarpıcı bir arşiv çalışması. Okurken hangi saçma sapan yollardan geçtiğimizi hatırlayıp günümüz saçmalıklarına şükrediyor insan. Ama onun haricinde bir bölüm var ki ister istemez günümüz ebeveynlerinin çocuk kitabına bakışıyla bağlantı kurdum.

Kitapta, Stalin’in Bıyıkları ile Komünizm Propagandası diye bir bölüm var.

9 Mart 1955 yılındaki Milliyet gazetesinde, Bir okul kitabı toplatılıyor başlıklı haberde şöyle yazmaktadır: “Liselerde okutulan Astronomi dersi kitabındaki şekiller arasında Stalin ve Lenin’in resimlerini de konduran müellif ve matbaacı hakkında takibat açıldı. (…) İki baskı yapıldığı anlaşılan kitabın 95’inci sayfasında Stalin ve Lenin’in resmi bulunmaktadır. Keza ikinci baskının 142’inci sayfasında da aynı resimler gösterilmektedir. Resimler talebeye gösterilmek maksadı ile kitaba konulmuş bir meteor taşı resminin ortasına oturtulmuştur. Bilhassa Stalin’in fotoğrafı ilk bakışta nazarı dikkati celbetmekte, kalın kaş ve meşhur pos bıyıkları derhal fark olunmaktadır.” Haberde kitabı yazan Kabataş Lisesi Matematik Öğretmeni Şerafettin Çintan’ın okuldan göz altına alındığı bilgisi de var, diye not eklemiş yazar.

Şerafettin Çintan durumu şöyle açıklar: “Meteor taşının üzerindeki resimler Lenin ve Stalin’e değil, iki çocuğa aittir. Bu çocuk motifleri meteor taşının büyüklüğü hakkında bir fikir verebilmek için taşın üzerine yerleştirilmiştir. Ayrıca biz bu resimleri İngilizce bir kitaptan alıp kullandık, kendimiz hazırlamadık. Son derece müteessirim.”

Bu kitabı matematik öğretmeni hazırlamamıştır, meteorda oturan da yalnızca iki çocuktur. Maarif Vekaleti resmi inceler ve ihbarın asılsız olduğu anlaşılır. Bu açıklama üzerine ertesi gün bu iddialar ortadan kalkar. “Belli ki kitabı çıkaran İnkılap Kitabevi, olaya yer veren gazeteleri dolaşıp iddiaların yalan olduğunu anlatmıştır.” diyor Murat Toklucu.

Konu tam kapandı derken Peyami Safa yeniden alevlendirir. Daha öncesinde Milliyet gazetesi yazarı olarak o da bu “kahbe” olayı kınamıştır ama sonrasında kitabevi editöründen detaylı malumat almış ve resmin sandıkları gibi olmadığını açıklamıştır. Fikrini değiştirmesini şöyle açıklar: “Fakat dün bazı dostlar ‘Kitaptaki resme pertavsızla (büyüteçle) baktınız mı?’ diye sordular. Kitabı getirdim ve pertavsızla baktım. Ne göreyim? Kalın kaşları ve bıyığı ile Stalin göktaşının içinde yan gelmiş oturmuyor mu? (…) Bana öyle geldi ki galiba becerikli ve sinsi bir el, çocuklardan birinin yüzünü Stalin’in minyatür portresi hâline getirmiş. Eğer bu çehrenin Stalin’e ait olmadığı iddia edilirse, çocuğun yüzüne kalın kaşlar ve pos bıyık ilave edilmesindeki manayı anlama imkânı kalmaz.”

Kitap bu kez bakanlığa gönderilir ve Milli Eğitim Bakanı yapılan inceleme sonrası ihbarın asılsız olduğunu açıklar. “Ancak bakanlık, yayınevinden, münakaşalara sebep olmaması için yeni baskılarda söz konusu resmin kullanılmamasını istemiştir.” Ve yazarın notuna göre bir sonraki baskıda o resmin yerine üzerinde çocukların olmadığı başka bir göktaşı resmi konmuş, yanında ağırlığı ve Meksika Tarih Müzesi’nde bulunduğu yazılmıştır.

Son yıllarda özellikle sosyal medya üzerinden bazıları, pertavsızla çocuk kitaplarına bakıp olmayanı görüyor, ithamlarda bulunuyor; yayınevlerini örnekteki gibi “sırf yanlış anlaşılmaması için” baskı tekrarlarında değişime gitmeye zorluyor.

İdeolojiler her yerde olduğu gibi çocuk edebiyatında da var. Ancak olmayanı görmek, ihtimallerden korkmak yerine yapılması gereken başka şeyler yok mu? 1950li yıllardan bu yana bir şeylerin değişmiş olması gerekmiyor mu?