Alıştın mı? – Londra Günlükleri 1

Şubat ayı sonu itibariyle İngiltere’de 1. yılımızı doldurduk. Çabuk mu geçti evet, çünkü yılın 3,5 ayını Türkiye’de geçirdim 🙂 İyi ki öyle yapmışım çünkü şu anda vize uzatma sürecinde olduğumuz için istesem de gidemiyorum. Kendimden yola çıkarak şunu diyebilirim ki insan maksimum 3 ayda bir ülkesine gidip gelmeli, yoksa özlem çok artıyor, yaşadığınız yerden aldığınız keyif azalıyor.

Yine bir hatıra bırakmak istedim bu yazıyla. Göçmenliğimizin 1. yılında neler olup bitiyor?

Herkesin ister istemez ilk sorusu alıştınız mı oluyor. Uzunca bir süre bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim. “Alışmalık” bir durum içinde hissetmemiştim kendimi. Alışmam gereken bir şey yoktu, çözmem gereken şeyler vardı. Gül Ayşe’nin okulu, aile hekimliği işleri, vize işleri vs. Öte yandan yeni bir ülkenin, şehrin heyecanı var tabii. Meraklı çocuklar gibi etrafa bakıyorum hâlâ. Aynı yolun, parkın, mekanın görüntüsünün; hava durumunun değişmesiyle nasıl da değiştiğini fark edip bir milyon tane fotoğrafını çekiyorum. Buradaki arkadaşlarım bana ne kadar yavaş yürüyorsun diyorlar. Çünkü etrafa bakıyorum? Valla etrafa bakmaktan yürüyemiyorum 🙂 Acil bir işim yoksa bir süre yavaş yürümek, izlemek, gözlemek en sevdiğim şeylerden biri.

İstanbul’da sabahları veya iş çıkışı tramvaya bindiğimde turistleri izlerdim. O yoğun saatlerde gelen hınca hınç tramvayda kendilerine boşluk bulup camdan dışarıyı görmeye çalışırlardı. Turistseniz kısıtlı zamanınız vardır, ne görebilirseniz kârdır. Ben de onların gözleriyle o an o yoldaki her şeyi yeniden görmeye çalışırdım. İlk kez görsem ne düşünürdüm, o ne hissediyor acaba?, karanlıkken nasıl göründüğünü düşünmüş müydün hiç gibi gibi… Çünkü hep aynı şeyi gördüğünüzü düşündüğünüzde geriye sadece bıkkınlık kalıyor. İşte alışmak dediğimiz şey de bıkkınlığın bir öncesi. O yüzden alışmaya varan yolları uzatıyorum.

Ancak zaten gurbetçiyseniz, (Bu kelimeler çok enteresan, gurbetçi, göçmen, beyin göçü… Kendimi üçünden de saymıyorum ama birini kullanmak zorundasınız işte) başka bir ülkede yaşamaya çalışıyorsanız insan alışabilir mi emin değilim. Zamanında radyocu, şimdinin kitap yayıncısı Arzu Çağlan, başka bir ülkede yaşamayı çözünce orada bulunma hevesinin kalmadığından bahsetmişti. Eğer alışmak yaşadığın yerin “ne menem yer olduğunu çözmek” ise benim için de öyle sanırım. (Arzu Çağlan’ın çok güzel bir gezi kitabı var, baskısı hâlâ var mı bilmiyorum. Benimki Aysun’da, gelince alacağım Aysuun.)

Bu tüüüüm düşüncelerden ayrı olarak şunu söyleyebilirim evet, burada yaşamayı yadırgamadım. Belki daha önce geldiğim için, belki diline yabancı olmadığım için, (sadece “yabancı değilim” yoksa aksanlarını anlamakta zorluk çekiyorum :)) belki şansıma kısa sürede arkadaş edinebildiğim için, belki yapım gereği bilemiyorum. Kendimi gurbette hissettiğim tek zaman ailemi ve İstanbul’daki evimin konforunu özlediğim zaman. Onun haricinde çevremi, ortamımı, buranın işleyişini yabancılayıp canımı sıkmıyorum, sadece anlamaya çalışıyorum.

Buradaki ikinci en önemli başlığımız Gül Ayşe’nin okula başlaması oldu. Gül yapısı gereği kendini güvende hissetmeden şuradan şuraya adım atmayan bir çocuk. Kreş işinin nasıl olacağı zihnimi çok kurcalıyordu. Ama kararlıydım, öyle veya böyle o okula gidilecekti 🙂

Zorlandı evet ama hiç okula gitmemiş bir çocuk olarak, annesinden ilk kez ayrılmasına rağmen, neredeyse sevdiği her şeyden uzakta, yabancıladığı bir yerde, konuşulanları anlamadığı ve derdini anlatamadığı bir okula alıştı ❤️❤️❤️ Bak yazarken bile gözlerim doldu. Çook büyük bir şey başardı canım kızım. Aferin sana! 

Kendime de bir tebrik gelsin. Okulun yönlendirmesiyle aşama aşama -2 hafta sürdü- kızımı doğru bir şekilde öğretmenlerine emanet edebilmeyi başardım. Ama ondan önemlisi bir şey akıl ettim. Sihir yapmışım gibi oldu.

Avucundaki Öpücük kitabında rakun anne, okula gitmek istemeyen çocuğunun eline bir öpücük konduruyor ve “Ne zaman kendini yalnız hissedersen ve birazcık evdeki sevgiye ihtiyaç duyarsan elini yanağına bastır ve şöyle düşün: Annen seni seviyor. Annen seni seviyor. Bu öpücük yüzüne atlayacak ve içini sevimli, sıcacık düşüncelerle dolduracak.” diyor. Rakun da bu konuşmanın verdiği iç rahatlığı ile okula gidiyor. Kitaptaki bu romantik sahne çok güzel ama Gül’de birebir işe yaramayacağını biliyordum. Onun daha somut bir şeye ihtiyacı vardı. En kolay görebileceği yere, elinin üzerine, onun istediği bir şey çizmeyi teklif ettim. Böylece beni özledikçe ona sarılabilir, onu öpebilir ve özlemini biraz giderebilirdi. Ben de onu özlediğim için benim de ihtiyacım vardı bir çizime. Hem biraz oyun gibi geldi ona, heyecanlandı hem de işe yaramasını umdu sanıyorum. Canım kızım. Birbirimizin ellerine o gün canımız hangi renkte ne istiyorsa onu çizdik ve okul çıkışı heyecanla birbirimize çizdiğimiz resmi kaç kere öptüğümüzü sorduk. Ben hep onu daha fazla özlemiş oldum ❤️ Böylece yanında benden bir parça olduğunu düşünerek biraz teselli buldu ve sabretti. O süreçte öğretmenleri de hiçbir şey için zorlamadılar.

Çadır gibi bir alan var sınıflarında. Duygularınla baş başa kalmak istediğinde orada durabilirsin yazıyor. Sınıfın gürültüsü ona güvensizlik hissi verdiği için onu ayrılacağım gün oraya oturttum, istediğin kadar burada kalabilirsin dedim. 3 gün boyunca hep orada oturmuş, etrafı gözlemiş. Öğretmenleri arada bir gelip oyun oynamayı teklif etmişler ama hep reddetmiş. Sonra bir gün kabuğundan çıktı. Çıkış o çıkış. Şimdi okulun olmadığı günlerde mutsuz oluyor. Artık öğretmenlerini anlıyor, kısa kısa da olsa konuşuyor. Bazen okuldan ateş topu olarak çıkıyor. Anlıyorum ki bir şey anlatmak istemiş ama dili yetmemiş. Ona rağmen pes etmiyor çocuğum. Her yeni gün yeniden hevesle deniyor. Maşallah sana gülüm!

Yazacak çok şey var ama zaten uzun oldu, günlerce sürmesini istemiyorum. Sonraki bölümde görüşmek üzere.