Kötü Zamanların Kötü Özeti

Kardeşim Ayşen, instagram’da bir video paylaşmış. Bungee Jumping mi, artık adı her neyse, bir yarıktan denize doğru iple sallanan bir kadın var. Yaparım, yapamam diye anket sorusu koymuş. Ölürüm yazdım. Sonra da oturdum bu satırları yazmaya başladım. 

Hangi ara “yapamam” bilinci yüklenmeye başladı bana hatırlamıyorum ama bir dönüm noktası var ki hayatımda, beni dehşete düşürmüştü. 

Yıl 2013 sanırım, Bologna’ya Çocuk Kitapları Fuarı’na gittik. Merkezde San Petronio Bazilikası var, tepesinden şehre panoramik bakış atmaya karar verdik. Kiliseye restorasyon yapılıyor o zaman, ortasından geçen demir merdivenlerin bir kısmı tadilat hâlinde olduğu için bana hiç güven vermedi. Ancak o zamana kadar bir şeyden korktuğum için geri durduğum yoktu. Kendime pek yediremezdim. Sürekli bi kendine meydan okuma hâliydi işte. Yapamıyorum diyemezdim. 

Kaç kat çıktığımızı hatırlamıyorum, ancak bir süre sonra her adımla birlikte nefesim daralmaya, bacaklarım tutmamaya başladı. Ne aşağı inebilecek gücüm kalmıştı ne yukarı çıkabilecek. Kesinkes öleceğim dedim. Kalbimin atışından başka bir şey duymuyordum. O zamanki yayın yönetmenim Nefise, koluma girdi zor bela yukarı çıktım. Teras gibi alanın ortasına çöktüm, başımı bile kaldıramadım. Şimdi okurken siz anladınız ama o zaman bana ne olduğu hakkında hiç fikrim yoktu ve bu “zayıflık” beni çok sarstı.  

Sonra bir iki kez daha benzer durumda buldum kendimi. Birinde lunaparkta kule midir nedir ona binmiştim, yine öleceğimi sandım, diğeri de çok basit ama bağda çatı katına çıkan küçük merdivenden çıkamamış, oraya oturup kalmıştım. Hah bi de Ayşen’le Korku Evi mi ne ona gitmiştik, kapının altından geçmem gerekiyordu, orada öleceğimi sanmıştım. O zaman gidişatımdan şüphelenmem gerekiyordu bence.

Çocuktan sonra ise iyice işler sarpa sarmaya başlamış bende ama fark etmemişim. Buna da her şeyi anladıktan sonra uzuun süre hayret ettim. Kendimin farkında olan biri olduğumu düşünürdüm. Bir söz vardır, kendini tanımaya çalışmak aynaya çok yakın bakmak gibidir, net göremezsin. Tam olarak öyle olmuş bende de.

İlk 1 yıl Gül’e Ahmet ile birlikte baktık. Çocukla en güzel geçirdiğim zamandı bence. Sonra Ahmet işe dönünce kızımla birlikteyken ya bana bir şey olursa kaygısı yüklendi zihnime yavaş yavaş. İngiltere’ye gelince de gurbet psikolojisi ile katmerlendi, yani öyle olmuş. Bir de pandemide Makedonya maceramız var biliyorsunuz, sinirlerim iyice zorlandı.

Burada bayağı kötü hissettiğim günler geçirdim. Ortada kötü bir şey yoktu ama ben kötüydüm işte. Ne olduğunu da anlamıyordum. Mesela her gece istisnasız baş dönmesi yaşıyordum, bazen kusturuyordu. Buradaki doktor vertigo olabilir, dedi ilaç verdi ama ilaç gündüz derin uyku yaptığı için kullanamadım, kızım evdeyken uyuyamazdım. Sonra sürekli mide bulantım vardı. Ve bir gün 130 nabızla acile ölüyoruuum diye gittim. Detayları çok hüzünlü oraya giremeyeceğim. 

Bu yaz Türkiye’ye gittiğim gün “tak” diye tüm belirtiler kesildi. Tahliller yaptırdım, hiç olmadığım kadar iyiydim aslında. Benim hâlâ kafam dank etmedi. Bir gün sevgili Rabia Nazik’in Kaygı ile Baş Etme webinarı’na katıldım. Sohbet ilerledikçe yaşadığım başka başka şeylerin de kaygıyla bağlantılı olduğunu gördüm. Ben bu kadar kaygılı biri miyim diye ilk o zaman sorgulamaya başlamış olabilirim. 

Sonrası bu kez adı koyulmuş birkaç panik atak daha; terapiye başlama, ilaç kullanma ve şimdilik asayiş berkemal. 

İşte son 10 yıldaki kötü zamanlarımın kısacık özeti ve sonunda kendimi biraz olsa da tanıyorum: 

O atlayışı yapamam. 

Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra Taksim’de patlama oldu. Sonra ben kâbus gördüm, çarpıntıyla uyandım, ailem için endişelendim falan. Anksiyete hâlâ benimle yaşıyor, bunu anladım. Tam anlamıyla kurtulmak mümkün mü bilmiyorum, ancak onunla geçinmeye çalışacağım.

Life of Pi’ye Giden Uzun Yol

Burada saatlerin ileri alınması ve havanın ısınmasıyla nihayet Londra’da yaşadığımızı hissetmeye başladım. Sık sık okul tatili, havanın erken kararması, küçük evde kapalı kalmak, memleket özlemi vs derken iyice bunalmıştım. Şimdi mümkün oldukça aile gezilerimiz haricinde haftada bir gün ya yalnız ya da arkadaşlarımla kendimi dışarı atıyorum. Mümkünse park, bahçe olmasın 😄 

Burada malum her taraf mükemmel yeşil alanlarla dolu ve çocukla her fırsatta birine gitmeye çalışıyoruz. Ancak oraları kafama “çocukla gidilecek yerler” olarak kodladım. Ve biraz da aynı aynı gelmeye başladı yalan yok. Geçen gün arkadaşım Zeynep, haftaiçi tüm gün çalıştığı için park özlemiyle tutuşurken “yoo bensiz gidin, çocuksuz parka gidecek değilim.” dedim. Bunu da burjuva dertleri olarak kenara yazabiliriz 😛

Burada İngiliz babalarını haftasonu minik bebekleriyle, çocuklarıyla; parklarda, cafelerde görmek olağan. Anneler kendilerine ait zaman oluşturuyorlar. Açıkçası şimdiye kadar böyle bir lüksüm çok olmadı. Gül türlü katakullilerle ondan 4 saatten fazla uzak kalmama izin vermiyordu. Niye 4 saat? Çünkü çişini o kadar tutabiliyordu 😅 Evet, normalde kendi başına tuvalete giden çocuk güvendiği ellerde olmasına rağmen (anneanne, teyzeler veya babasıyla beraberken) tuvalete gitmeyi hep reddetti. Böylece beni yanında tutabiliyordu. Arkadaşımla cafede otururken eve dönüp onun tuvalete gitmesini sağlayıp sonra cafeye döndüğümü bilirim. Kreşte de iki ay kadar bunun zorluğunu yaşadık. Sonunda, benden uzakta kalmanın sorun olmadığını hissetmeye başladığında tuvalet için çağırmayı bıraktı. (Evet kreşte de yaşanıyordu) Bu talebi cebren ve hile ile öncesinde de kesebilirdim belki (tabii ki konuşarak birçok kez ikna çabasına giriştim) ama Gül, kendini çekirdek ailesiyle güvende hisseden, ortamla, eşyalarıyla bağ kuran bir çocuk ve biz sürekli yer değiştirerek, zaman zaman onu babasından uzakta bırakarak (şartlar öyle gelişti tabii) onun sınırlarını bence yeterince zorladık. O nedenle bu konuda kendimi ona bıraktım. Ve şimdi 4,5 yıl sonra özgürlük! 

Konu bu değildi ama girmişken biraz anlatayım. Gül hâlâ benim onsuz bir yere gitmeme biraz mırın kırın ediyor tabii. Bugün mesela gideceğimi söyledikten sonra benimle oyun oynadı, oyunda, “Benim annem kötü beni bırakıp gidiyor sen yeni annem olur musun?” dedi 🤓 Ben de yeni anne olarak eski anneyi övdüm hemen 😌 Ancak babasıylayken artık bensiz yapamayacağı bir şey kalmadığı için arkama bakmadan kaçıyorum. Bana çok iyi geldi. Ve tabii Gül’ün de bana göbekten bağlı olmaması için bir yandan olması gereken bir şey. Babasıyla yalnız zaman geçirmek haftaiçi duyduğu özlemi de azaltıyor. Gül ile ben mutluyuz şu durumdan, Ahmet de öyledir umarım 🤓 

Size bu satırları metrodan yazdım (Hatta ineceğim durağı kaçırdım.) Şimdi -Londra’da ilk kez- bir tiyatro oyununa gidiyorum. 1 haftadır bu günü bekliyorum çok heyecanlıyım. 

Bekle beni Life of Pi! Buraya uzun yollardan geldim! 

Yine metrodayım eve dönüyorum. Oyun harikaydı, mükemmeldi ne kadar emekti öyle! Ellerimiz patlayana kadar alkışladık ❤️ 

Walking on Broken Glass

You were the sweetest thing that I ever knew
But I don’t care for sugar honey if I can’t have you
Since you’ve abandoned me
My whole life has crashed
Won’t you pick the pieces up
’cause it feels just like I’m walking on broken glass

Walking on walking on broken glass

The sun’s still shining in the big blue sky
But it don’t mean nothing to me
Oh let the rain come down
Let the wind blow through me
I’m living in an empty room
With all the windows smashed
And I’ve got so little left to lose
That it feels just like I’m walking on broken glass

Walking on walking on broken glass

And if you’re trying to cut me down
You know that I might bleed
Cause if you’re trying to cut me down
I know that you’ll succeed
And if you want to hurt me
There’s nothing left to fear
Cause if you want to hurt me
You’re doing really well my dear

Now everyone of us was made to suffer
Everyone of us was made to weep
But we’ve been hurting one another
And now the pain has cut too deep…
So take me from the wreckage
Save me from the blast
Lift me up and take me back
Don’t let me keep on walking…
Walking on broken glass

Alıştın mı? – Londra Günlükleri 1

Şubat ayı sonu itibariyle İngiltere’de 1. yılımızı doldurduk. Çabuk mu geçti evet, çünkü yılın 3,5 ayını Türkiye’de geçirdim 🙂 İyi ki öyle yapmışım çünkü şu anda vize uzatma sürecinde olduğumuz için istesem de gidemiyorum. Kendimden yola çıkarak şunu diyebilirim ki insan maksimum 3 ayda bir ülkesine gidip gelmeli, yoksa özlem çok artıyor, yaşadığınız yerden aldığınız keyif azalıyor.

Yine bir hatıra bırakmak istedim bu yazıyla. Göçmenliğimizin 1. yılında neler olup bitiyor?

Herkesin ister istemez ilk sorusu alıştınız mı oluyor. Uzunca bir süre bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim. “Alışmalık” bir durum içinde hissetmemiştim kendimi. Alışmam gereken bir şey yoktu, çözmem gereken şeyler vardı. Gül Ayşe’nin okulu, aile hekimliği işleri, vize işleri vs. Öte yandan yeni bir ülkenin, şehrin heyecanı var tabii. Meraklı çocuklar gibi etrafa bakıyorum hâlâ. Aynı yolun, parkın, mekanın görüntüsünün; hava durumunun değişmesiyle nasıl da değiştiğini fark edip bir milyon tane fotoğrafını çekiyorum. Buradaki arkadaşlarım bana ne kadar yavaş yürüyorsun diyorlar. Çünkü etrafa bakıyorum? Valla etrafa bakmaktan yürüyemiyorum 🙂 Acil bir işim yoksa bir süre yavaş yürümek, izlemek, gözlemek en sevdiğim şeylerden biri.

İstanbul’da sabahları veya iş çıkışı tramvaya bindiğimde turistleri izlerdim. O yoğun saatlerde gelen hınca hınç tramvayda kendilerine boşluk bulup camdan dışarıyı görmeye çalışırlardı. Turistseniz kısıtlı zamanınız vardır, ne görebilirseniz kârdır. Ben de onların gözleriyle o an o yoldaki her şeyi yeniden görmeye çalışırdım. İlk kez görsem ne düşünürdüm, o ne hissediyor acaba?, karanlıkken nasıl göründüğünü düşünmüş müydün hiç gibi gibi… Çünkü hep aynı şeyi gördüğünüzü düşündüğünüzde geriye sadece bıkkınlık kalıyor. İşte alışmak dediğimiz şey de bıkkınlığın bir öncesi. O yüzden alışmaya varan yolları uzatıyorum.

Ancak zaten gurbetçiyseniz, (Bu kelimeler çok enteresan, gurbetçi, göçmen, beyin göçü… Kendimi üçünden de saymıyorum ama birini kullanmak zorundasınız işte) başka bir ülkede yaşamaya çalışıyorsanız insan alışabilir mi emin değilim. Zamanında radyocu, şimdinin kitap yayıncısı Arzu Çağlan, başka bir ülkede yaşamayı çözünce orada bulunma hevesinin kalmadığından bahsetmişti. Eğer alışmak yaşadığın yerin “ne menem yer olduğunu çözmek” ise benim için de öyle sanırım. (Arzu Çağlan’ın çok güzel bir gezi kitabı var, baskısı hâlâ var mı bilmiyorum. Benimki Aysun’da, gelince alacağım Aysuun.)

Bu tüüüüm düşüncelerden ayrı olarak şunu söyleyebilirim evet, burada yaşamayı yadırgamadım. Belki daha önce geldiğim için, belki diline yabancı olmadığım için, (sadece “yabancı değilim” yoksa aksanlarını anlamakta zorluk çekiyorum :)) belki şansıma kısa sürede arkadaş edinebildiğim için, belki yapım gereği bilemiyorum. Kendimi gurbette hissettiğim tek zaman ailemi ve İstanbul’daki evimin konforunu özlediğim zaman. Onun haricinde çevremi, ortamımı, buranın işleyişini yabancılayıp canımı sıkmıyorum, sadece anlamaya çalışıyorum.

Buradaki ikinci en önemli başlığımız Gül Ayşe’nin okula başlaması oldu. Gül yapısı gereği kendini güvende hissetmeden şuradan şuraya adım atmayan bir çocuk. Kreş işinin nasıl olacağı zihnimi çok kurcalıyordu. Ama kararlıydım, öyle veya böyle o okula gidilecekti 🙂

Zorlandı evet ama hiç okula gitmemiş bir çocuk olarak, annesinden ilk kez ayrılmasına rağmen, neredeyse sevdiği her şeyden uzakta, yabancıladığı bir yerde, konuşulanları anlamadığı ve derdini anlatamadığı bir okula alıştı ❤️❤️❤️ Bak yazarken bile gözlerim doldu. Çook büyük bir şey başardı canım kızım. Aferin sana! 

Kendime de bir tebrik gelsin. Okulun yönlendirmesiyle aşama aşama -2 hafta sürdü- kızımı doğru bir şekilde öğretmenlerine emanet edebilmeyi başardım. Ama ondan önemlisi bir şey akıl ettim. Sihir yapmışım gibi oldu.

Avucundaki Öpücük kitabında rakun anne, okula gitmek istemeyen çocuğunun eline bir öpücük konduruyor ve “Ne zaman kendini yalnız hissedersen ve birazcık evdeki sevgiye ihtiyaç duyarsan elini yanağına bastır ve şöyle düşün: Annen seni seviyor. Annen seni seviyor. Bu öpücük yüzüne atlayacak ve içini sevimli, sıcacık düşüncelerle dolduracak.” diyor. Rakun da bu konuşmanın verdiği iç rahatlığı ile okula gidiyor. Kitaptaki bu romantik sahne çok güzel ama Gül’de birebir işe yaramayacağını biliyordum. Onun daha somut bir şeye ihtiyacı vardı. En kolay görebileceği yere, elinin üzerine, onun istediği bir şey çizmeyi teklif ettim. Böylece beni özledikçe ona sarılabilir, onu öpebilir ve özlemini biraz giderebilirdi. Ben de onu özlediğim için benim de ihtiyacım vardı bir çizime. Hem biraz oyun gibi geldi ona, heyecanlandı hem de işe yaramasını umdu sanıyorum. Canım kızım. Birbirimizin ellerine o gün canımız hangi renkte ne istiyorsa onu çizdik ve okul çıkışı heyecanla birbirimize çizdiğimiz resmi kaç kere öptüğümüzü sorduk. Ben hep onu daha fazla özlemiş oldum ❤️ Böylece yanında benden bir parça olduğunu düşünerek biraz teselli buldu ve sabretti. O süreçte öğretmenleri de hiçbir şey için zorlamadılar.

Çadır gibi bir alan var sınıflarında. Duygularınla baş başa kalmak istediğinde orada durabilirsin yazıyor. Sınıfın gürültüsü ona güvensizlik hissi verdiği için onu ayrılacağım gün oraya oturttum, istediğin kadar burada kalabilirsin dedim. 3 gün boyunca hep orada oturmuş, etrafı gözlemiş. Öğretmenleri arada bir gelip oyun oynamayı teklif etmişler ama hep reddetmiş. Sonra bir gün kabuğundan çıktı. Çıkış o çıkış. Şimdi okulun olmadığı günlerde mutsuz oluyor. Artık öğretmenlerini anlıyor, kısa kısa da olsa konuşuyor. Bazen okuldan ateş topu olarak çıkıyor. Anlıyorum ki bir şey anlatmak istemiş ama dili yetmemiş. Ona rağmen pes etmiyor çocuğum. Her yeni gün yeniden hevesle deniyor. Maşallah sana gülüm!

Yazacak çok şey var ama zaten uzun oldu, günlerce sürmesini istemiyorum. Sonraki bölümde görüşmek üzere.

Kışlar Torbaya Girdi

Bu konunun bin türlü yazılmışı var. Ama o kadar gerçek ki insan yazmadan duramıyor.

Nereden duyduğumu hatırlamadığım bir söz var. O kadar çok kullandım ki orijinalse bile benim için klişe oldu. Yazı kusarak değil yutarak yazılır. Yani işte her aklınıza geleni dökmezsiniz, süzgeçten geçirerek en yalın hâliyle ortaya koyarsınız. Ama aynı zamanda şöyle bir şey var. İçinizden fışkırarak çıkan yazı güzel oluyor. Bir derdiniz olduğunda, bir şeyi artık düşünmeyi bırakıp anlatmak istediğinizde, anlatmazsam çatlayacağım dediğinizde, velhasıl yazı parmaklarınızdan döküldüğünde anlatması da okuması da keyifli oluyor. Bunu editörlük tecrübemle söylüyorum, yoksa yazı yazma işinde henüz amatörüm.

Gül Ayşe, Kinder Sürpriz’den çıkmış neredeyse her rengini biriktirdiği ama parçaları kaybolmuş uyduruk arabaların tekerlerini bulmuş onlardan kule yapıyor. Görülmek istiyor, beni dürtüyor. Görüyorum yavrucuğum.

Aklımda bir fikir dolanıyor bir süredir. Yazmak birikiyor içimde. Dışarı çıktığımda, bir nesneyi gördüğümde, bir müzik duyduğumda, bir cümle okuduğumda düşünceler daima aynı yerde dolanıyor. Bu o kadar güzel bir şey ki… Bir şey çevreliyor sizi demek ki yakında bir şey fışkıracak. Tohumlar atılıyor. Siz bir şey yapmıyorsunuz aslında, beyniniz sünger gibi çekiyor bir şeyleri sonra kalbinizde büyütüyorsunuz.

Gül’ün tableti açık. Sesine alıştım ama üzülüyorum. Hava yağmurlu, dışarı çıkmak zor. Çok sıkılıyor çocuk, kendince oyunlar üretiyor ama arka planda sese ihtiyaç duyuyor. Christmas diye okullar tatil burada. 3 haftadır evde. Evet bir sürü çözüm bulunabilir ama her gün bulunmuyor. Belki de bulunur, ben mi çabalamıyorum? Evet enerjim biraz düşük genel olarak. Niye tabureye vuruyorsun? Evet görüyorum canım, üst üste dizmişsin yine. Düştü mü olur öyle. Yeniden yapabilirsin. Evet yeniden yaptın. Tamam, alkışlıyorum.

Yağmur kesildi galiba güneş açtı. Boynum tutulmuş, çeviremedim başımı, cornflakes güzelmiş canım teşekkür ederim. Bir tane yeter sağol. Hadi güneş açmışken dışarı çıkalım.

Yaklaşık 1,5 saat dışarıdaydık. Eh fena değil. Bir şeyler yiyoruz, ortalık sakinken biraz daha yazabilirim. Gül’ün keyfi yerindeyken biraz daha yazabilirim. İkinci cümleyi tercih ederken birinciyi silmemişim. Olur öyle.

Buranın kış kasvetini sevmeye başladım. Uğultulu rüzgârlar, yağmurun verdiği keskin grilik, soğuktan kızarmış eller, tamam canım, o ellerle kapının anahtarını çevirmekte zorlanma, tedirginlikle sokağa bi göz atma… Bu bana varlığımı bütünüyle hissettiren, beni anda tutan ve düşüncelerimi dinleyebildiğim yeni bir deneyim yaşatıyor. Tamam, baban gelince söyleriz. İnsan tedirgin veya meraklıyken tam oradadır çünkü, zihni başka bir şeye kapalıdır. İşte bu ortamda içimde bir şeyler birikiyor, fışkırmaya hazırlanıyor, bakayım, atma onu, silebilirsin, kış kasveti bitmeden onları yazıya dökmem lazım. Sonra bahar geliyor, gevşiyor gönül yayları.

Ancak bu blog yazısının üstteki paragrafının son üç cümlesini 1 hafta sonra yazabildim. Evet canım. Yazıyı ne kusabildim ne yutabildim. Bir nevi boğazımda kaldı.

Bu durumda seneye kıştan ümitliyim, tamam az bir şey getireceğim…

Ya da ondan sonraki kış mı desek?

Üsküp’te Son Gece

Bu aralar kendimi Survivor’da hissediyorum. Şu an – yazıyı yazarken- varışa yaklaşık 36 saat var. Kendimi Luton Havalimanı’na girmiş, pasaporttan geçmiş, valizlerimi toparlamış ve çıkışta Ahmet’i görmüş hayal ediyorum. Gül Ayşe’yi ona uzatıp artık bayılabilirim diyeceğim. 

İngiltere pandemi döneminde trafik lambası adını verdiği bir sistem uyguluyor. Türkiye 17 Mayıs’tan beri kırmızı renkte yani, gelme kardeşim gelirsen 2250 pound verip otel karantinasında kalırsın 11 gün diyor. Ben haziran ayı başında Türkiye’ye gelirken durum böyleydi zaten (fiyatı 1750 pound’du sadece). Yaz boyunca Türkiye’de kalmayı ve dönüşü de Ahmet’le yapmayı planladığımız için hiç düşünmeden Türkiye’ye gittim. Gidiş o gidiş. Sonrasında ne Ahmet gelebildi ne biz dönebildik. 

Pandemi döneminde türlü türlü tuhaflıklar yaşadık, yaşıyoruz hepimiz. Kayıplarımız oldu. (Canım dedem acısı henüz çok taze). Ama kırk yıl düşünsem Makedonya’da kızımla birlikte 12 gün geçireceğim aklıma gelmezdi. Durumu survivor yapan da biraz bu zaten. Benim açımdan 3,5 aydır tek ebeveynlik yapmak kadar onun için babasından uzakta olmak, sürekli yolda olmak yeterince yıpratıcıyken bir de bize her şeyiyle yabancı bir şehirde, mekanda vakit doldurmaya çalışıyoruz.

24 saat kaldı. 

Makedonya, İngiltere’nin sarı listesinde yer alan ülkelerden biri. O yüzden burayı tercih ettik. 12 gün burada kaldıktan sonra İngiltere’ye geçince otel karantinasına girmenize gerek olmuyor. Ancak 3 haftada bir ülkelerin durumuyla ilgili liste açıklıyor İngiltere. Bu arada sürekli aşıdır, pcrdır, antijendir kuralları değişiyor, obsesif bir şekilde bunları da takip ediyoruz. Mesela şu an iki aşıdan birini Türkiye’de olduğum için, İngiltere’ye girmek için yalnızca Day 2 testi alsam yeter mi, Day 8 de almalı mıyım onu çözmeye çalışıyorum. Çünkü kendi sitelerinde bununla ilgili çelişkiler mevcut. Ama bu tercih aynı zamanda İngiltere’ye gittiğimde ev karantinasında kalıp kalmayacağımı da belirleyecek. Çünkü sarı listedeki bir ülkeden gidiyorsanız, İngiltere’nin tanıdığı iki aşınız varsa tek pcr testi yapıp ev karantinasına girmiyorsunuz, eğer yoksa iki test yapıyorsunuz ve 10 gün ev karantinasında olmanız gerekiyor. Benim Türkiye’deki aşımı EU tanıyor, EU’nun tanıdığı aşıyı UK tanıyor ama aşısını tanıdığı ülkeler içinde TR yok. Hadi bakalım. 

20 saat kaldı. 

Bir yandan valiz hazırlıyorum bir yandan da yazıyı yazıyorum. Niyetim yazıyı Üsküp’teyken bitirmek çünkü Londra’ya gidince bu ruh hâlinden çıkacağım ve anlatmakta zorlanacağım, biliyorum. Belki okuyanlara anlamsız ve yorucu geliyor ama şu anki ruh hâlim böyle 🤒

Gül ile otelde kalmanın çok çok zor olacağını bildiğim için -sürekli dışarıda yemek yemek, bir odaya tıkılı kalmak veya sürekli dışarıda gezmeye çalışmak- gözümü karartıp bir apart daire kiraladım booking’den. Otelde bile insan kendini çok güvende hissetmiyorken Kiril alfabesinden dolayı adını bile söyleyemediğim bir sokakta güvenli midir değil midir emin olamadığım bir evde kalmak beni – özellikle geceleri- ayrıca strese soktu. Çok şükür ki zihnimdeki olumsuz senaryolar kuruntu olarak kaldı, aksine yaşadığım sokağı sevdim ve gece 11’de bile evimize çoğu zaman yürüyerek döndük Gül ile. O sokağı hep güzelliklerle hatırlayacağım.

Üsküp, Türk çarşısı denilen Osmanlı’dan kalma eski çarşısı ile meşhur ve şehre gelen Türkler genelde orada otellerde kalıyorlar. Biz daha çok Arnavutların yaşadığı taraftayız. (Şehrin yüzde 80’i Makedon Türk’ü yüzde 20’si Arnavut’muş.) Açıkçası seçtiğimiz bölgeden memnunum. Zannediyorum öğrenci evlerinin çoğunlukta olduğu bir yer; cafeler çok ve akşam sokaklar gençlerle dolu oluyor. Bisiklet kullanımı fazla ve özellikle kadınları günün her saati bisikletle gezerken görüyorsunuz. Gençlerin rahat ama taşkınlık yapmadığı, arabaların her daim yayalara yol verdiği, parka ve merkeze yakın, sokakların ve binaların çoğunlukla eski olduğu ama yaşayan bir yer.      

Daha önce hiç bu kadar doğaçlama günler yaşadığım bir zaman dilimi olmamıştı sanırım. Bunun da tadını çıkarmaya çalıştım. Çok tatlı arkadaşlarım oldu ve genel olarak bir şeyleri kontrol etmeye çalışmak yerine “evet” “tamam” demeyi tercih ettim. Her arkadaşıma tamam dediğim için birtakım karışıklıklar oldu ama bir nevi kendimi akışa bıraktım diyebiliriz : )

Gül de başlarda yeni bir yer keşfetme heyecanıyla her şeye oldukça istekliydi ama geldiğimiz son durumda iki adım atacak dahi motivasyonu kalmadı. Az önce “Anne, babamı neden bırakıp buraya geldik?” diye sordu mesela. Şu an geçirdiğimiz tüm tatili sorguluyor : )

Ben de bu kırmızı liste durumuyla ilgili Türkiye’de yeterince vakit geçirdiğim için ve bir daha ne zaman gelirim belli olmadığı için “her şeye değer” diye düşünüyordum ama gerçekten bu süreç, prosedürler, belirsizlikler, çocukla yalnız olma kaygısı (bu en önemlisi tabii) beni çok yordu. Yeni bir ülke ve şehir görmek güzeldir tabii ki ama şu an bunun farkında değilim. Geriye dönüp baktığımda böyle bir deneyimi hoşlukla hatırlayacağım büyük ihtimalle ama özellikle çocukla deli işiymiş, hakkımı vermem lazım : )

Artık bitiriyorum. Birtakım kazıklanmalar, yemeklerin damak tadımıza çok uygun olmaması, Makedon dinarını bir türlü kavrayamam gibi teknik zorluklara değinmeden, gezi yazısı olmadığı için önerilere yer vermeden burada bitiriyorum. İnşallah bu yazıyı Londra’da yayınlayacağım. Son olarak değinmeden olmaz. Bu stresli ve yorucu geziyi hem benim hem Gül için güzelleştiren Zeynep ve Ebubekir çifti, mahalle arkadaşı olduğumuz Zeynep ve Derya, Gül’ün arkadaşı Defne ve annesi İzlem iyi ki tanıştık. İyi ki vardınız ❤️

Ve Ahmet, seni çok özledik.

Son 18 saat. 

Londra’da görüşmek dileğiyle 🌸

Boda Apartment hatırası 🙂

Ekleme: Bu yazıyı yayınladıktan 1 saat sonra Türkiye kırmızı listeden çıktı. Bu tecrübeye ihtiyacım varmış demek ki 🤷🏻‍♀️

Dönüşümümüz Muhteşem Olsun

Üniversite 3. sınıfta aldığımız dijital medya araçları dersinde, hocamız bir arkadaşımıza “Sen dönüşmüş bir öğrencisin.” demişti. O zaman bu sözün beynimde hiçbir karşılığı olmadığı için hoca yabancı bir dil konuşuyormuş gibi bön bön bakmıştım. Sonradan “dönüşmüş” kelimesinin arkadaşımın dersleri dinlerken veya notları kaydederken geleneksel yöntemler yerine dijital araçları kullandığı için söylediğini anladım. Yine de çok garip bir ifadeydi benim için.

Bugün artık dijital anlamdaki dönüşümler, dönüşenler, dönüştürenler günlük hayatımızdaki dilin içerisine yerleşti. Ancak bu kelimeleri genelde olumsuz anlamda kullanıyoruz. Tespitten ziyade, eskiyi güzelleme yeniyi yerme olarak. Hâlbuki binlerce yıldır insan hayatı dönüşüyor. Geçmişteki özlem duyduğumuz şeyler de o gün için geçmişin dönüşmüş hâli. Ve büyük ihtimalle o dönem de bu dönüşümden olumsuzlukla bahsediliyordu. Aslında yeterince yaşlı olanlarla sohbet ettiğinizde o güzellediğimiz eskinin çok da güzel olmadığını anlıyoruz. “Zordu yavrum o zamanlar. Şimdi sizler daha rahatsınız. Ne ideyim bu daha iyi.” der anneannem mesela.

Geçmişe dair özlediğimiz şeyler aslında o zamanki hislerimiz. Belki artık çocukluğumuzdaki sevdiklerimiz eksildi, ortamlar değişti, hayallerimiz azaldı.

Bir etkinlikte Konda Araştırma Şirketi’nin başkanı Bekir Ağırdır şuna benzer bir şey söyledi: “Dünyada hiçbir zaman hiçbir şey olduğu yerde kalmamıştır. Hep ilerlemek zorundadır, her şey. Bunu kabul edip ona göre davranmazsanız bu ilerlemeyi kötü bir şey olarak değerlendirirsiniz. Hâlbuki hiçbir gelişme insanlığı geriye doğru götürmez.”

Yaratıcı Tür kitabının ilk kısmında bu durumun insan beyninin çalışma şekliyle alakalı olduğunu uzun uzun anlatıp şu soruyu soruyorlar: “Saç stilleri veya stadyumlar neden değişip durur? Neden kusursuz bir çözüm bulup ona sadık kalmayız bir türlü? Yanıt: Yeniliğin sonu yoktur çünkü, yenilik hiçbir zaman doğru olan şeyle değil, bir sonraki şeyle ilgilidir. İnsanlar geleceğe yaslanır ve asla bir noktada yerleşip kalmazlar.”

Şimdi yukarıda yazdıklarımı kabullendiğimizi varsayıyorum. Değişim, dönüşüm dünya döndükçe olacak, peki çocukluğumuzdaki o hisleri yakalayabilmek için şu anda ortam hazırlayabilir miyiz ve çocuklarımıza bu hisleri geçirebilir miyiz? Öyleyse nasıl?

Arkadaşlarımızla, çocuklarımız için bayramlarımızı nasıl çekici hâle getirebiliriz diye konuşuyoruz bazen. Hatta çocukları geçelim, kendimiz için nasıl çekici hâle getirebiliriz? Öyle ya, bayram tatillerinin çoğunu tatil yapmak için bir yerlere giderek değerlendirme eğilimi var artık. Bir yandan çoğunluk eski bayramlara özlem duyuyor ama eskisi gibi olmayacaksa hiç olmasın diyerek yeni bir bayram kültürü inşa etmiyor, en azından kendi küçük ailesi için. Çünkü bayramın verdiği hissi de unuttuk. Sanıyoruz ki o hisleri veren geçmişteki o ortamdı, ritüellerdi. Hâlbuki o hisler, özlemler bir koku veya nesne ile çağrılabilen şeyler değil mi?

Bu sene izolasyondan ötürü bayramı evimizde geçirmemiz gerekti birçok insan gibi. Sevdiklerimizi ziyaret edememek üzse de, bende farklı aydınlanmalara yol açtı bu durum. Fark ettim ki onlarla geçirdiğimiz vakitle bayramı kutlamış sayıyorduk kendimizi. Eve gelince eşofmanlarımızı giyip normalimize dönüyorduk. Ancak bu bayramda, bayramı hissetmemiz için çaba sarf etmemiz gerekti. Gül Ayşe olmasa böyle bir hevese kapılmazdık büyük ihtimalle ama, çocuk varken konu ona önem verdiğimiz şeyleri nasıl sevdirebilirize dönüyor. Bunun için de neden sevdiğini hatırlamak gerekiyor. Neden seviyorduk?

Hani daha küçükken bayram için kıyafet alınırdı ve bayramın gelmesini iple çekerdik, artık kıyafet almak sıradanlaştığı için o keyfi de yaşayamaz olduk. Evet bir şeyler dönüştü ama dönüşürken o heyecanı hangi yollarla saklı tutacağımıza kafa yormadık. Artık eskisi gibi olmayışını kabullenip buna razı olduk. Artık bayramın gelmesini yeni bir kıyafet alacağımız için beklemiyoruz, o zaman ne için beklemeliyiz? En azından çocuklarımız ne için beklemeli?

Bu kez sonunu bir yere bağlamayacağım. Ucu açık kalsın, bu soruları düşünelim.

Üzüm Bağımız ve Görünmez Bağlarımız…

Mart ayından beri sürdürdüğümüz izolasyondan, haziran ayı itibariyle seyahat izni çıkmasıyla, soluğu kızımla birlikte Ali dedemin bağında aldım. Burası aynı zamanda çocukluğumun geçtiği yer. Bağı, buradaki evi çok seviyoruz. Hem konforlu hem sevdiklerimizle dolu hem bize özel, tam nefes almalık.

Aslında biz küçükken burası pek sevdiğimiz bir yer değildi. 10 kmlik yol bir türlü bitmez, yolda pide almak için durmalar bize işkence gibi gelir, vardığımız yerde de rahat edemezdik. Şimdiki hâlinden çok farklıydı o zaman.

3+1 odadan oluşan, kerpiçten yapılmış, tavanı ağaç gövdeleriyle desteklenmiş bilimum börtü böceğin olduğu, akrepten ölesiye korkutuğum bir yerdi. Üzüm bağı ile evin arasında kocaman bir çardak olan “Kuyunun Başı” vardı. Genelde yatma saatine kadar orada otururduk. Adı üzerinde, içme suyunu tedarik ettiğimiz bir kuyu vardı içinde. Motorla kuyudan su çekilirdi. Ara sıra dayım kuyuya sarkar içini temizlerdi.

Oturma odası diyebileceğim yerde tüplü bir televizyon vardı. Abimle ne izleyeceğimiz konusunda şiddetli kavgalara tutuşurduk. Çoğu abi gibi hep onun istediği olurdu :/ Bir keresinde Dağcı filmini izliyorduk. İpten asıldıkları, hayatta kalmaya çalıştıkları sahnede televizyonu kapatmıştı. Filmin sonunu hâlâ bilmiyorum.

Yalnızca sıkıldığım anılar yok tabii… Evin avlusundan bağa çıkılan geçişin hemen başında ceviz ağacı vardı. Onun kalın dallarına kuş gibi tüner, ablamla komşuculuk oynardık. Jelo’nun Kaseti dememiz yeter mesela, o günleri hatırlayıp gözümüzden yaş gelene kadar gülmek için 🙂 Sonra yaşlandı o ağaç, tıpkı evin arkasında salıncak kurduğumuz söğüt ağacı gibi… Artık ikisi de yok. Bak yine hüzünlendim.

Eğer dolunaya denk geldiysek de gece tavana sandalyeler atılır, mehtap balosu yapılırdı. Dedemin eğlenelim diye uydurduğu etkinliklerden biriydi. Teyzem şarkı söyler, biz ona eşlik ederdik. Çayı orada içer; sohbet eder, yerli yersiz güler, en sonunda da mahzunlaşırdık. Veda vakti gelirdi.

Sonra biz İstanbul’a taşındık.

Evin mutfak kısmı yıkıldı, yeniden inşa edildi, bir kat eklendi, bahçe düzenlendi, torunlar eğlensin diye havuz yapıldı. Eskiyle yeni harmanlandı. Torunların çocukları oldu, biz 700 küsur kilometreyi gözümüz kapalı gider olduk. Artık yalnızca anne babam için değil, bizim için de orası çok kıymetli bir yer. Film başa sardı yani.

Geçen yıl torun çocuklarından bir tanesi, “Dedem babaannemle evlendiği için çok şanslıymış, annem de babamla evlendiği için şanslı. Benimle evlenen de çok şanslı olacak. Çünkü bağımız var bizim.” dedi. İster istemez güldük. Hadi torunların eşlerine nasip oldu da, senin yıllar yıllar sonraki olası eşin de mi gelecek buraya yani?

***

1920ler… Kayseri’de yaşayan Nesibe Hanım, o dönem için varlıklı bir kadındır. Mehmet Bey ile evlenir. Fadime adında bir kız çocukları olur. Ne var ki Nesibe Hanım çok yaşamaz, vefat eder.

Nesibe Hanım’ın vefatından sonra Mehmet Bey ikinci kez evlenir. Ne yazık ki kızı Fadime de 17 yaşındayken vereme yakalanıp vefat eder. Mehmet Bey, ilk eşiyle evliyken köyün eteklerinden tam tamına 75 kırmızı* liraya arsalar almıştır. O arsalar Nesibe Hanım sayesinde mi alınmış, orası muallak. Ama aileden varlıklı olduğu için büyük ihtimalle öyle.

Mehmet Bey’in evlendiği Fadime Hanım’dan hayatta kalan 4 çocuğu vardır. 1960 yılında Mehmet Bey vefat eder. İkinci eşi Fadime Hanım ise 84 yaşına kadar yaşayacak, 1989 yılında vefat edecektir.

Mehmet Bey’den sonra arsalar bölüştürülür ve evin de içinde bulunduğu kısım ilk erkek çocuk olan Alaaddin’e kalır. Alaaddin’in de 3 çocuğu vardır. Fadime Hanım da o oğluyla birlikte yaşar.

Alaaddin, yani benim dedem, dedeannem ve anneannemle birlikte bağımızı bağ yapan kişi. Ama benim aklım Nesibe Hanım’da. Bu hikâyeyi öğrendiğimden beri bizimle hiç alakası olmayan ama buranın yuvamız, kaderimiz olmasında farkında olmadan rol oynayan Nesibe Hanım’ı düşünmeden edemiyorum. Aramızda kan bağı olmamasına rağmen görünmez bir bağ olacak ki 100 yıl sonra küçük bir hikâyeyle gelip omzuma konuverdi. İnsan ister istemez düşünüyor. Biz bir asır sonra, minik hikâyelerimizle birilerine dokunabilecek miyiz?

***

İşte öyle, ufkumuz ne kadar dar ki bize kadar gelen nimetin abimin kızı Nefise’nin olası eşine uzanamayacağını düşündük. Hâlbuki hayat, ufuk çizgisinden de ötede devam ediyor.


Kırmızı lira: Tam altın, çeyreğin dört katı.

Ağlamak Serbest…

Coronavirüs günleri ile ilgili yazabildiğim kadar yazmak istiyorum. Hem bu olağanüstü durumla ilgili tanıklık olması hem de kendime bu süreçte hissettiklerimle/yapıp yapamadıklarımla ilgili hatıra kalması için.

Benim gibi ruh hâlinize göre ne giyeceğinize, yiyeceğinize, izleyeceğinize, okuyacağınıza karar veren biriyseniz; bu dönemde yaptığınız tercihler sizi de şaşırtıyor olabilir. Aslında birçoğu da bilinçsiz tercihler ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Belki de zihnimiz nelerle doluysa her şeyde ondan iz bulduğumuz içindir. Neydi meşhur şarkının sözleri?

Hatıralar sarmış dört bir yanımı, Baktığım her yerde izin duruyor, Ben seni düşünmek istemesem de, Bana her şey seni hatırlatıyor…

Evet Korona, bana bu ara her şey seni hatırlatıyor.

Geçen aydı sanırım. Platform filmini izledik. Kat sayısı bilinmeyen, çoğunlukla mahkumların yer aldığı ve kaçma imkânı olmayan bir yapıda, aç kalmamak için yapılan türlü iğrençlikleri anlatan, aynı zamanda da kapitalizm eleştirisi yapan ortalama bir film. Normal şartlarda filmin eksiğine gediğine odaklanır ve büyük ihtimalle çok saçma olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi? Haftalarca film aklımdan çıkmadı. Hâlâ aklıma geldikçe sinirlerim bozuluyor. Kendimizi kapana kısılmış hissetmemizle mi alakalı acaba?

Suat Derviş’in Kara Kitap‘ı ne zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Tabii ki bu süreçte okumayı tercih edecektim! Türkçede gotik tarzın ilk örneklerinden sayılan üç hikâyeden oluşan kitap, ciğerinizi söküp elinize veriyor. Çok sert, aynı zamanda çok dokunaklı. Etrafımızda yaşananlar da öyle değil mi?

Uzun zamandır Bütün Bir Ömür kitabı kadar yalın ve çarpıcı bir kitap okumamıştım. Küçük yaşta ailesiz kalan bir adamın, hayatı boyunca yaşadığı zorlukları kabullenişi, mutlu sonla bitmeyeceğini bildiğiniz ama bunun sorun olmadığı, karakterin hayatında başka türlü bir yaşam olamayacağını kabullendiğiniz, içinizi sızlatan ama bunun da sorun olmadığı, sadece izlediğiniz, hissederek izlediğiniz ve yalnızca 139 sayfa süren bütün bir yaşamı gözlerinizin önüne seren bir kitap. Araya nokta koyamadım, çünkü aynı zamanda nefes kesici. Yüzyılda bir karşılaşabileceğimiz bulaşıcılığı bu kadar yaygın bir hastalığı kabullenmekten başka çaremizin olmadığı bir dönemde değil miyiz?

Su Kürü… Kitabın konusuyla ilgili ne yazsam – aslında öyle değil – diye açıklama girmem gerekiyor. En azından son bölüme kadar şöyle sanıyorduk: Erkeklerin kötü, acımasız olduğu; havanın toksikle dolu olduğu bir dünyada, kızlarını her şeyden korumak isteyen bir aile. Sonradan anladık ki “zayıf, güçsüz, yapamaz, beceremez” olduğu için birisini kendine muhtaç kılan, aslında onu gerçekten zayıflatmak istiyordur. Hikâyede bugünle bağlantı kurduğum durum, ebeveynleri kızlarını korumak adına onları bir nevi sosyal izolasyona sokuyor. Başkalarıyla temas yok, aynı havayı solumak yok. Yoksa hastalanırsınız.

İçiniz karardı biliyorum. Benim de içim kararıyor. Hatta farkında olmadan süreçten ne kadar etkilendiğimi okuyup izledikçe gözlerimin dolmasından anlıyorum. Ağlamaya hazır bekliyorlar. Belki de bu yüzden içgüdüsel bir şekilde içimin sıkkınlığına yeni sıkıntılar ekliyorum. Dolsun taşsın, ben de rahatlayayım.

Son olarak Bütün Bir Ömür kitabından; Yine seyahat ediyor, dağların arasında havada asılı duruyor, mevsimlerin onun için hiçbir anlamı olmayan ve hiç de ilgi duymadığı renkli resimler gibi altından geçip gittiğini görüyordu.

Değişen mevsimlerin farkında olmak dileğiyle…

Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın*

Başlık çok iddialı duruyor biliyorum ama açıklayacağım.

Şu sıralar Coronavirüs nedeniyle kendimizi evlere kapattık ve evin bizi nasıl yuttuğuna şahit oluyoruz. İlk haftalar dışarıda çalışmak zorunda olmayan herkes bunu fırsat bilip evin keyfini çıkarmaya çalıştı. Ancak 1 aydan fazladır evde oturunca bu çıkmazımız aynı zamanda bizim yeni normalimiz olmaya doğru gidiyor. Çünkü insan bir süre sonra alıştığından rahatsız olsa da bunu değiştirmekten korkuyor.

İlk girdiğim bordrolu işimde, çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Bir süre iyiydi ama yıllar geçtikçe yorulmaya başladım. Ayrılmak istiyordum ama bunu gerçekleştirecek gücü kendimde bulamıyordum. Çalıştığım yerdeki sorunlardan şikâyet etsem de sorunlar bildiğim sorunlardı ve aynı zamanda bunlar benim alışkanlığım olmuştu.

Yukarıda yazdığım, alışık olduğumuz yerden/kişiden/çevreden ayrılmamızın psikolojik boyutuyla ilgili Öfke Dansı kitabı çok aydınlatıcı. Basitçe, bazı ilişkilerin neden kangren hâle geldiğini, değişim için sarf ettiğimiz bazı çabaların neden işe yaramadığını anlatıyor. O kitaba başka bir yazıda detaylı değinirim sanırım.

Bugün başka türlü bir değişimden bahsedeceğim: Gerçeklerimiz ile hayallerimiz birbirinden uzaklaştığında, durumumuzu hayallerimize göre yeniden şekillendirebilir miyiz? Böyle yazınca gerçeklikten uzak bir düşünce gibi duruyor ama neden olmasın?

Yoğun mesaili işimden ayrıldıktan sonra evden çalışmaya başladım. Elimde yine çokça iş vardı ama iş yeri stresi yoktu. Hayatımdan memnundum. Ancak evden çalışanlar iyi bilecektir, eğer çok planlı programlı değilseniz, tüm gün çok fazla bölündüğümüz için işleri bitirme süresi uzar. Ve kendinizi sürekli çalışıyor hissiyle bulursunuz. Zihniniz hiç rahat değildir.

İşte böyle başlayan süreç eğer çok sosyal bir varlık değilseniz, bir süre sonra evden çıkamamaya dönüşüyor. Dışarıda geçirdiğiniz her vakit lüks gibi geliyor ve evde durdukça dışarı çıkma alışkanlığınızı kaybediyorsunuz. Evde olmak şikâyet ettiğiniz ama değiştirmeye çalışmadığınız, sadece söylendiğiniz bir durum oluyor.

Kendimizi karantinaya aldığımız şu dönemde, herkes hayatında değişen şeylere duyduğu özlemi anlatırken, ben neredeyse günlük olarak hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Evet ailece tatil planları, hafta sonu yaptığımız geziler iptal oldu ama evde olma duygusuna alışığım ve neredeyse dışarının özlemini çekmiyorum. Daha önce yaptığım her şeye devam ettiğim için hayat rutinimde devam ediyor. Sevdiklerimle görüşememek dışında…

Bu evde kalma durumu, benim kendimle ilgili uzun zamandır fark ettiğim ve üzerine kafa yorduğum bir şey aslında. Ama yine bunu değiştirecek gücü bir türlü kendimde bulamadım. Rahatsız olduğum bu durum bir şekilde benim konfor alanım aynı zamanda.

Ödüllü tasarımcı Ayşe Birsel’in “Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın.” adında, tasarımların en önemlisi gördüğü, insanın kendi hayatını tasarlamasıyla ilgili yol gösterici bir kitabı var. Katıldığı bir toplantıda, “Hayattaki en stratejik amacınız nedir?” sorusuna, üzerinde çok düşünmediği bir cevap veriyor: “Stratejik amacım sevdiğim yaşamı tasarlamak!” Sonra ekonomik bir durgunluk yaşanıyor, o süreçte “Bir tasarımcı olarak düşüncelerimi nasıl ifade edebilirim?” diyor ve yaşadığı süreci avantaja döndürmek adına, tasarımlarını yaparken kullandığı yöntemle sürece yaklaşmaya karar veriyor. Bunu dört adımda özetliyor: Boz, Bak, Yap, İfade Et. Bu yöntemi bir proje olarak kendi hayatında uyguluyor.

Böyle yazınca kulağa gerçek dışı veya sabun köpüğü bir kişisel gelişim kitabı gibi geliyor olabilir ama aslında bu bir oyun kitabı. Sayfalardaki yönlendirmelerle, hayatınızda farkında olup olmadığınız her şeyi ortaya döküyorsunuz ve tüm bunların içinde nelerin değişmesini, nelerin kalmasını istersiniz ona kafa yoruyorsunuz. Ayrıca farklı bakış açısı geliştirebilmeniz için aktiviteler var. Resim çizmek, şablon hazırlamak, metin yazmak gibi… Zihninizi, hayatınızı kitaba döktükten sonra; bu kez istediğiniz yaşamı kurguluyorsunuz ya da ne istediğinizin farkına varıyorsunuz diyelim.

Kitap birkaç günde okunacak türde değil. Her gün 20 dk kitabın üzerinde çalışmanızı tavsiye ediyor yazar. 256 sayfa olduğunu düşünürsek, yaşamınızı her şeyiyle ortaya koymanız ve üzerinde kafa yormanız için epeyce zaman harcıyorsunuz. Eh, bu da iyi bir şey bence.

Karantina sonrası artık aynı insan olmayacağımızı, bu yüzden de süreci kendimize katkı sağlayarak geçirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da çoğunlukla online eğitimler almak, kendimizi geliştirmek, normal zamanda vakitsizlikten yapamadığımız şeylerle uğraşmak olarak düşünüyoruz. Benim günlük rutinimde çok fazla şey değişmediği için yukarıda yazdıklarımın yerine ben, karantina sonrası kendimi olağan karantinamdan çıkarmayı deneyeceğim. Belki sizin de hayatınızda yeniden tasarlamak istediğiniz bir şeyler vardır?


Merak edenlere Ayşe Birsel’in TEDx konuşması:

Burada da katıldığı bir canlı yayın var: