Dönüşümümüz Muhteşem Olsun

Üniversite 3. sınıfta aldığımız dijital medya araçları dersinde, hocamız bir arkadaşımıza “Sen dönüşmüş bir öğrencisin.” demişti. O zaman bu sözün beynimde hiçbir karşılığı olmadığı için hoca yabancı bir dil konuşuyormuş gibi bön bön bakmıştım. Sonradan “dönüşmüş” kelimesinin arkadaşımın dersleri dinlerken veya notları kaydederken geleneksel yöntemler yerine dijital araçları kullandığı için söylediğini anladım. Yine de çok garip bir ifadeydi benim için.

Bugün artık dijital anlamdaki dönüşümler, dönüşenler, dönüştürenler günlük hayatımızdaki dilin içerisine yerleşti. Ancak bu kelimeleri genelde olumsuz anlamda kullanıyoruz. Tespitten ziyade, eskiyi güzelleme yeniyi yerme olarak. Hâlbuki binlerce yıldır insan hayatı dönüşüyor. Geçmişteki özlem duyduğumuz şeyler de o gün için geçmişin dönüşmüş hâli. Ve büyük ihtimalle o dönem de bu dönüşümden olumsuzlukla bahsediliyordu. Aslında yeterince yaşlı olanlarla sohbet ettiğinizde o güzellediğimiz eskinin çok da güzel olmadığını anlıyoruz. “Zordu yavrum o zamanlar. Şimdi sizler daha rahatsınız. Ne ideyim bu daha iyi.” der anneannem mesela.

Geçmişe dair özlediğimiz şeyler aslında o zamanki hislerimiz. Belki artık çocukluğumuzdaki sevdiklerimiz eksildi, ortamlar değişti, hayallerimiz azaldı.

Bir etkinlikte Konda Araştırma Şirketi’nin başkanı Bekir Ağırdır şuna benzer bir şey söyledi: “Dünyada hiçbir zaman hiçbir şey olduğu yerde kalmamıştır. Hep ilerlemek zorundadır, her şey. Bunu kabul edip ona göre davranmazsanız bu ilerlemeyi kötü bir şey olarak değerlendirirsiniz. Hâlbuki hiçbir gelişme insanlığı geriye doğru götürmez.”

Yaratıcı Tür kitabının ilk kısmında bu durumun insan beyninin çalışma şekliyle alakalı olduğunu uzun uzun anlatıp şu soruyu soruyorlar: “Saç stilleri veya stadyumlar neden değişip durur? Neden kusursuz bir çözüm bulup ona sadık kalmayız bir türlü? Yanıt: Yeniliğin sonu yoktur çünkü, yenilik hiçbir zaman doğru olan şeyle değil, bir sonraki şeyle ilgilidir. İnsanlar geleceğe yaslanır ve asla bir noktada yerleşip kalmazlar.”

Şimdi yukarıda yazdıklarımı kabullendiğimizi varsayıyorum. Değişim, dönüşüm dünya döndükçe olacak, peki çocukluğumuzdaki o hisleri yakalayabilmek için şu anda ortam hazırlayabilir miyiz ve çocuklarımıza bu hisleri geçirebilir miyiz? Öyleyse nasıl?

Arkadaşlarımızla, çocuklarımız için bayramlarımızı nasıl çekici hâle getirebiliriz diye konuşuyoruz bazen. Hatta çocukları geçelim, kendimiz için nasıl çekici hâle getirebiliriz? Öyle ya, bayram tatillerinin çoğunu tatil yapmak için bir yerlere giderek değerlendirme eğilimi var artık. Bir yandan çoğunluk eski bayramlara özlem duyuyor ama eskisi gibi olmayacaksa hiç olmasın diyerek yeni bir bayram kültürü inşa etmiyor, en azından kendi küçük ailesi için. Çünkü bayramın verdiği hissi de unuttuk. Sanıyoruz ki o hisleri veren geçmişteki o ortamdı, ritüellerdi. Hâlbuki o hisler, özlemler bir koku veya nesne ile çağrılabilen şeyler değil mi?

Bu sene izolasyondan ötürü bayramı evimizde geçirmemiz gerekti birçok insan gibi. Sevdiklerimizi ziyaret edememek üzse de, bende farklı aydınlanmalara yol açtı bu durum. Fark ettim ki onlarla geçirdiğimiz vakitle bayramı kutlamış sayıyorduk kendimizi. Eve gelince eşofmanlarımızı giyip normalimize dönüyorduk. Ancak bu bayramda, bayramı hissetmemiz için çaba sarf etmemiz gerekti. Gül Ayşe olmasa böyle bir hevese kapılmazdık büyük ihtimalle ama, çocuk varken konu ona önem verdiğimiz şeyleri nasıl sevdirebilirize dönüyor. Bunun için de neden sevdiğini hatırlamak gerekiyor. Neden seviyorduk?

Hani daha küçükken bayram için kıyafet alınırdı ve bayramın gelmesini iple çekerdik, artık kıyafet almak sıradanlaştığı için o keyfi de yaşayamaz olduk. Evet bir şeyler dönüştü ama dönüşürken o heyecanı hangi yollarla saklı tutacağımıza kafa yormadık. Artık eskisi gibi olmayışını kabullenip buna razı olduk. Artık bayramın gelmesini yeni bir kıyafet alacağımız için beklemiyoruz, o zaman ne için beklemeliyiz? En azından çocuklarımız ne için beklemeli?

Bu kez sonunu bir yere bağlamayacağım. Ucu açık kalsın, bu soruları düşünelim.

Üzüm Bağımız ve Görünmez Bağlarımız…

Mart ayından beri sürdürdüğümüz izolasyondan, haziran ayı itibariyle seyahat izni çıkmasıyla, soluğu kızımla birlikte Ali dedemin bağında aldım. Burası aynı zamanda çocukluğumun geçtiği yer. Bağı, buradaki evi çok seviyoruz. Hem konforlu hem sevdiklerimizle dolu hem bize özel, tam nefes almalık.

Aslında biz küçükken burası pek sevdiğimiz bir yer değildi. 10 kmlik yol bir türlü bitmez, yolda pide almak için durmalar bize işkence gibi gelir, vardığımız yerde de rahat edemezdik. Şimdiki hâlinden çok farklıydı o zaman.

3+1 odadan oluşan, kerpiçten yapılmış, tavanı ağaç gövdeleriyle desteklenmiş bilimum börtü böceğin olduğu, akrepten ölesiye korkutuğum bir yerdi. Üzüm bağı ile evin arasında kocaman bir çardak olan “Kuyunun Başı” vardı. Genelde yatma saatine kadar orada otururduk. Adı üzerinde, içme suyunu tedarik ettiğimiz bir kuyu vardı içinde. Motorla kuyudan su çekilirdi. Ara sıra dayım kuyuya sarkar içini temizlerdi.

Oturma odası diyebileceğim yerde tüplü bir televizyon vardı. Abimle ne izleyeceğimiz konusunda şiddetli kavgalara tutuşurduk. Çoğu abi gibi hep onun istediği olurdu :/ Bir keresinde Dağcı filmini izliyorduk. İpten asıldıkları, hayatta kalmaya çalıştıkları sahnede televizyonu kapatmıştı. Filmin sonunu hâlâ bilmiyorum.

Yalnızca sıkıldığım anılar yok tabii… Evin avlusundan bağa çıkılan geçişin hemen başında ceviz ağacı vardı. Onun kalın dallarına kuş gibi tüner, ablamla komşuculuk oynardık. Jelo’nun Kaseti dememiz yeter mesela, o günleri hatırlayıp gözümüzden yaş gelene kadar gülmek için 🙂 Sonra yaşlandı o ağaç, tıpkı evin arkasında salıncak kurduğumuz söğüt ağacı gibi… Artık ikisi de yok. Bak yine hüzünlendim.

Eğer dolunaya denk geldiysek de gece tavana sandalyeler atılır, mehtap balosu yapılırdı. Dedemin eğlenelim diye uydurduğu etkinliklerden biriydi. Teyzem şarkı söyler, biz ona eşlik ederdik. Çayı orada içer; sohbet eder, yerli yersiz güler, en sonunda da mahzunlaşırdık. Veda vakti gelirdi.

Sonra biz İstanbul’a taşındık.

Evin mutfak kısmı yıkıldı, yeniden inşa edildi, bir kat eklendi, bahçe düzenlendi, torunlar eğlensin diye havuz yapıldı. Eskiyle yeni harmanlandı. Torunların çocukları oldu, biz 700 küsur kilometreyi gözümüz kapalı gider olduk. Artık yalnızca anne babam için değil, bizim için de orası çok kıymetli bir yer. Film başa sardı yani.

Geçen yıl torun çocuklarından bir tanesi, “Dedem babaannemle evlendiği için çok şanslıymış, annem de babamla evlendiği için şanslı. Benimle evlenen de çok şanslı olacak. Çünkü bağımız var bizim.” dedi. İster istemez güldük. Hadi torunların eşlerine nasip oldu da, senin yıllar yıllar sonraki olası eşin de mi gelecek buraya yani?

***

1920ler… Kayseri’de yaşayan Nesibe Hanım, o dönem için varlıklı bir kadındır. Mehmet Bey ile evlenir. Fadime adında bir kız çocukları olur. Ne var ki Nesibe Hanım çok yaşamaz, vefat eder.

Nesibe Hanım’ın vefatından sonra Mehmet Bey ikinci kez evlenir. Ne yazık ki kızı Fadime de 17 yaşındayken vereme yakalanıp vefat eder. Mehmet Bey, ilk eşiyle evliyken köyün eteklerinden tam tamına 75 kırmızı* liraya arsalar almıştır. O arsalar Nesibe Hanım sayesinde mi alınmış, orası muallak. Ama aileden varlıklı olduğu için büyük ihtimalle öyle.

Mehmet Bey’in evlendiği Fadime Hanım’dan hayatta kalan 4 çocuğu vardır. 1960 yılında Mehmet Bey vefat eder. İkinci eşi Fadime Hanım ise 84 yaşına kadar yaşayacak, 1989 yılında vefat edecektir.

Mehmet Bey’den sonra arsalar bölüştürülür ve evin de içinde bulunduğu kısım ilk erkek çocuk olan Alaaddin’e kalır. Alaaddin’in de 3 çocuğu vardır. Fadime Hanım da o oğluyla birlikte yaşar.

Alaaddin, yani benim dedem, dedeannem ve anneannemle birlikte bağımızı bağ yapan kişi. Ama benim aklım Nesibe Hanım’da. Bu hikâyeyi öğrendiğimden beri bizimle hiç alakası olmayan ama buranın yuvamız, kaderimiz olmasında farkında olmadan rol oynayan Nesibe Hanım’ı düşünmeden edemiyorum. Aramızda kan bağı olmamasına rağmen görünmez bir bağ olacak ki 100 yıl sonra küçük bir hikâyeyle gelip omzuma konuverdi. İnsan ister istemez düşünüyor. Biz bir asır sonra, minik hikâyelerimizle birilerine dokunabilecek miyiz?

***

İşte öyle, ufkumuz ne kadar dar ki bize kadar gelen nimetin abimin kızı Nefise’nin olası eşine uzanamayacağını düşündük. Hâlbuki hayat, ufuk çizgisinden de ötede devam ediyor.


Kırmızı lira: Tam altın, çeyreğin dört katı.

En Sevdiğim Hikâye

Not: Bu yazıda mübalağa sanatı kullanılmamıştır.

Klasik şekilde ifade edecek olursak ben çoğunlukla kalbimin sesini dinleyen biriyim. Mantıkla verdiğim bir karardan pişman olursam çok dert ederim ama “canım öyle istediği için” yaptıysam pişman da olsam bununla baş edebilirim.

Kızıma hamileyken birkaç ay geçtikten sonra isim düşünmeye başladık. Kalbime birtakım hisler doğuyordu ama somut bir isimle dile dökemiyordum. “Ay kelimesi geçen bir isim koyasım var ama hiç güzel bir şey bulamadım, çiçek isimleri de hoş ama ne koyacağız çiçekli? Ayrıca yalın ve sade bir isim olsun istiyorum.” diye ortaya birtakım ipuçları bırakıyordum ama sonuca varamıyordum. Listemizde üç isim vardı. Üçü de tam olarak içime sinmiyordu. 8. aya geldiğimizde de değişen bir şey olmamıştı.

Kararlarımın büyük kısmını kalbimi dinleyerek verirken biricik kızıma “öylesine” bir isim mi koyacaktım? Bu düşünce beni strese sokuyordu. Ben de içime sinen bir isim bulana kadar böyle durumlarda yaptığım gibi konuyu ertelemeye karar verdim. Kızımın adını o doğunca koyacaktım. Yüzünü görünce ona uygun bir isim bulacağıma emindim!

Artık 39. hafta da dolmuştu. Doktor bana 1 hafta süre verdi. Uzun uzun tempolu yürümemi söyledi. Eğer kızım hâlâ gelmeye niyetli değilse doğumu kendisi başlatacaktı. Hâlbuki ben her şey doğal gelişsin istiyordum. Bu duruma canım çok sıkıldı.

Sıkıntımı bir arkadaş grubumla paylaştım. O zaman Sümeyye beni aradı ve şiddetle hem yürümemi hem de kızımı ismiyle çağırmamı tavsiye etti. İlk tavsiyeyi zaten denemiştim, paytak paytak tempolu yürümem mümkün olmuyordu ama ikinci tavsiye tam bana göreydi. Hiç enerji harcamadan kızımın gelmesini sağlayacaktım 😉

Ancak tahmin edersiniz ki bir problem vardı. Kızıma isim koymamıştım!

İsim konusunu ne güzel ertelemişken bu düşünceler beni tekrar strese soktu. Kısa sürede karar vermem gerekiyordu. Neyse ki yeterince tembeldim de işimi kolaylaştırmak için aklıma yine çok parlak bir fikir geldi. Kızımı her gün bir isimle çağıracaktım, o da hangisini beğenirse ona gelecekti. Bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım. Hem büyüdüğünde ismini beğenmezse sen seçtin derdim 😉

Böylece kızımı her gün bir isimle çağırmaya başladım. O gün aklıma ne geliyorsa onunla seslenip “Hepimiz seni bekliyoruz bebeğim, gel artık.” gibisinden bir şeyler söylüyordum.

İlk üç gün bir değişiklik olmadı. Tam bu parlak fikrimin işe yaramadığını düşünürken dördüncü gün, sabahın 7’sinde sancılarım başladı. Henüz bebeğimi yeni bir isimle çağırmadığım için, ıskartaya çıkardığım mantığım devreye girdi ve kendimce bu duruma bir anlam yükledim. Bebeğim önceki günkü isme bugün karşılık vermiş olmalıydı! (Allah’ım ne hesaplar ne hesaplar :)) Sonunda kızımın ismi hazırdı. Ayşe! Ancak bu kadar parlak fikre rağmen kalbim hâlâ ikna olmuş değildi. Zaten baştan beri bu isim listemdeydi ve içime sinmiyordu.

Kızım doğdu. Ay gibi parlak, çiçek gibi pespembe, mis gibi bir kız!

Babam bebeğimin kulağına ismini okuyacaktı. Artık karar vermemi söyleyince isteksizce “Ayşe” dedim. Hamileliğim boyunca türlü isimler önermiş olan ablam bu isme hafiften bozuk attı. Büyük teyzeliğin verdiği yetkiye dayanarak bu çiçek gibi bebeğe güllü bir ismin yakışacağını söyledi. Zaten Ayşe ismi tek başına içime sinmemişti, iki isim koymak da hiç istediğim bir şey değildi; ablam da böyle deyince iyice canım sıkıldı.

Bebeğimi eve getirdiğimizde gece boyu onu izledim. Baktıkça ona olan sevgim, aşkım, hayranlığım -artık ne derseniz, çünkü anlatabilecek kelime yok- kalbimden fışkırıyordu. İşte bu duygularla doluyken ona güllerden taç taktığımı hayal ettim. Bu hayalle kalbim birden coştu. O tacı, Ayşe isminin önüne ekleyecektim! Gül Ayşe olacaktı. Hem içimden geldiği gibi aylı çiçekli bir isim olacaktı hem de onun doğumundaki hislerimi tekrar tekrar hatırlatacaktı bana. Ve iki ayrı isim olsa da tek bir isim gibi duruyordu.

Ay gibi parlak, çiçek gibi pespembe, mis gibi Gül Ayşe Karaca. Hoş geldin.

***

Aradan bir hafta geçince gözüm mantar panoma ilişti. 2016 yılında Ahmet’le ben, işlerimizden ayrılmış ve bir ajans kurmaya niyet etmiştik. Bir süre düşündükten sonra ajansın, bizimle alakalı, yalın bir ismi olmasına karar verdik. Ben de bulduğumuz ismi bir kâğıda yazıp mantar panoma tutturdum.

“15.02.2016. Ajansımızın adı GAK oldu. Hayırlı olsun.”

***

1,5 yıl önce, hamile bile değilken, ismimizin baş harflerinden yola çıkıp kızımızın adının baş harflerine varmışız.

İşte benim en sevdiğim hikâyem.

Solucan Deliğinden Kemalettin Tuğcu Çıkarmak

Interstellar diye çok güzel bir film var. İzlemeyenler için kısaca anlatmaya çalışacağım. Nitekim anlatması zor. Bilim kurgu diyebileceğimiz ama aslında Albert Einstein ve Nathan Rosen’ın Genel Görelilik kuramına dair bir tahminden yola çıkarak hazırlanan felsefi bir tarafı olan klasik bilim kurgulardan farklı bir film. Teori şudur ki uzay/zaman içerisinde kısayol diyebileceğimiz köprüler vardır. Böylece uzay/zamanda iki nokta birbirine bağlanabilir, mesafe ve zamanı kısaltarak geçişler yapılabilir. Bu geçişlere de solucan deliği denir. (Kendilerinin verdiği isim tabii) Teoriye dair minicik bir özet bu elbette. Özetlerken hata yapmış da olabilirim. Ama film kısaca bunun üzerine kurulmuş.

Bir gün iş çıkışı arkadaşımla Taksim’deki sahaf festivaline gittik. Ben normalde eski basım veya ikinci el kitap seven biri değilim. Hatta eski kitaplara dokunurken huylanırım. O yüzden üstünkörü neler varmış diye bakınırken birleştirilmiş eski basım bir dergi gözüme ilişti. İsmi Çocuk Haftası‘ydı. Dergi hakkında bir fikrim yoktu ama o ara bir dergi projesi gündemdeydi ve ben de belki fikir verir düşüncesiyle dergiyi aldım.

Dergiyi eve getirince babamın gözleri doldu. Meğerse o, çocukken bu dergiyi takip edermiş. Hatta bu dergide Kemalettin Tuğcu’nun tefrika olarak yazdığı hikâyeleri çok severmiş. O zamana kadar Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını hiç okumamıştım. Ancak dramatik içeriğinden haberdardım. Babamın zamanında bu hikâyelerin karşılığı varmış ki yaklaşık 50 sene sonra hâlâ özlem duyuyordu. Çocukluğunu hatırlatıyor olsa gerek.

Yıllar birbirini kovaladı ve o zaman aklıma gelmeyen bir şey oldu. Kemalettin Tuğcu kitaplarına çalışmaya başladım! Tuğcu’nun kitaplarında oluşturduğu dünyayı saklı tutarken aynı zamanda günümüz değer yargılarını gözetmek, çalıştığım diğer kitaplara nazaran daha çok emek istiyor. Mâlum o zamanın toplumuyla şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Bu beni yorsa da garip hisler içindeyim. Tuğcu’nun kitaplarından ne zaman babama bahsetsem onda buruk bir gülümseme beliriyor. Çalışmaya başladığımdan beri, Interstellar filmindeki gibi babamın çocukluğu ile benim aramda bir köprü açılmış ve ben çalışmamla onun çocukluğunu etkiliyorum gibi hissediyorum. Sanki o, o satırları okurken eş zamanlı ben burada edisyon yapıyorum. Çok çok garip bir his.

Bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde yazının ortasında şöyle bir şey oldu. Çocuk Haftası dergisini alıp karıştırmaya başladım. Karşıma Kemalettin Tuğcu’dan bir tefrika çıktı. İncili Terlik. Şu sıra çalıştığım kitap! 8 yıl önce aldığım, 57 yıl önce yazılmış, babamın okuduğu tefrika, bilgisayarda parmaklarımın ucunda!

Hem belki de içindeki benim edisyonumdur :^^


Solucan deliği teorisi ile ilgili bir link:

https://evrimagaci.org/solucan-deligi-nedir-einsteinrosen-koprusu-gercek-mi-3048

Kemalettin Tuğcu’nun dünyasını anlamak için onun anma gününe dair söyleşi:

https://www.fatiherdogan.com/kemalettin-tugcu-icindeki-cocuk-icin-yazan-adam/

Başlangıç…

Blog açmama denk gelen hafta, işlerimin yoğunluğundan, sosyal medyaya 1 hafta girmemeye karar verdim. Zamanımı o mecralarda fazlaca harcadığım için bunu yapmanın zor olacağını düşünüyordum. Aksine hem kolay oldu hem de çok iyi geldi! Evet, bir boşluk oluştu ve ben de o boşluğu daha işe yarar bir şeyle doldurdum. Yazmakla… Bunca zamandır düzenli blog yazıları yazmak istiyordum. Meğerse zihnimi bir şey çıkarmadan yeni bir şey ekleyemeyecek kadar doldurmuşum. Bu aslında daha önce anlattığım Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlamak kitabındaki yöntemlerden biri.

Üniversiteden mezun olduğum sene, bir tur şirketiyle İtalya’ya gitmiştik. Turda tek başına takılan, şu anda hatırlayamadığım büyük bir şirketin üst düzey yöneticisi vardı. Yürüyüş esnasında hevesli bir yeni mezun olarak, bana iş hayatıyla ilgili bir tavsiyede bulunmasını rica ettim. O da hayatımı değiştiren tavsiyeyi verdi: “Gençlerde sebat eksikliği görüyorum. Her şey bir an önce olsun istiyorlar ama iş hayatında sebat çok önemlidir. Başarılı olmak istiyorsan sebat etmelisin.” Sabır dememişti, katlanmak dememişti. Sebat etmek demişti. Yani başladığın işi sonuna kadar götürmek ve kararından vazgeçmemek.

Bu blogda yayıncılık ve editörlükle ilgili de yazılar arşivlemek istiyorum. Bu yazı da o kategoriye bir “başlangıç” olsun. Ve başlangıcı kitap serüveninin en başından yapalım. Dosya başvurusundan…

Bir süredir Storytel’den Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? podcast serisini dinliyorum. Birbirinden farklı meslek gruplarından insanları dinlemek çok keyifli. Geçenlerde bir bölümde ise konuk; editör, yayıncı ve daha birçok uğraşı olan Tanıl Bora’ydı. Yayın dünyasındaki bu efsane isim büyük bir mütevazılıkla çok güzel noktalara değindi. Ancak söylediklerinden benim en çok ilgimi çeken kısım şu oldu. Tanıl Bora, aktif olarak sürdürdüğü editörlük mesleğinde hâlen, çalıştığı yayınevine gelen dosya başvurularını okur, değerlendirir ve oradan yeni yazarlar keşfetmeye çalışırmış. Hâlen!

Ben bu meslekte pişerken, bize ilk söyledikleri şeylerden biri dosya başvurularını düzenli olarak okumamız gerektiğiydi. Ancak bu aynı zamanda külfetli bir iştir. Yoğunluğunun arasında onlara zaman ayırmakta zorlanırsın, beğendiklerinden bazıları yayınevi çizgisine uymaz, keçiboynuzu misali işe yarar azıcık bir dosya kalır elinde. Bu nedenle bu iş çoğu zaman angarya gelir ve yapmak istemezsin. Sen daha “önemli” işlerle uğraşmalısındır, bunlara da daha az işi olan birileri bakabilir!

Hâlbuki yeni dosya başvuruları yayıncılığın temel taşıdır, umududur, heyecanıdır. Oradaki kıymeti görebilmek de maharet ve tecrübe işidir. Nitekim mesaisinin büyük bir kısmını e-posta yüküyle geçirdiğini söyleyen Tanıl Bey, vaktini boşa harcamamak için azami gayret sarf ettiği hâlde, dosya başvurularını es geçmiyor ve onlara zaman ayırıyormuş. Bir yayıncı için dosya başvurusunun önemi bundan daha iyi anlatılamaz herhâlde.

Yeni mezun olduğumda kulağıma küpe ettiğim tavsiye bu kez Tanıl Bora’dan geliyor. “Nasıl olunur?” sorusuna şöyle cevap veriyor: Sebat kelimesini de sebatın kendisini de çok severim. Hayatta insana en çok kazandıran sebattır. Gerçekten neyi seveceğini, neye yatkın olduğunu, neyi yaparak kendini gerçekleştirmiş hissedeceğini ve onu anlamlı bulacağını olabildiğince erken keşfedip ona emek yatırımı yapmak, vakit ayırmak, sevmek, ciddiye almak demektir. Bu uğraşın kendisi zaten başlı başına zevklidir ve insana iyi gelir. “Olmak”tan daha önemlisi, “yapmak”tır.

Bu tavsiyeyi o zamanki yolumun başında duyduğum için mutluyum. Ancak yollar bitmez. O zaman benden de herhangi bir yolun başındakilere gelsin. Sebat edelim, gerisi gelir!

Ağlamak Serbest…

Coronavirüs günleri ile ilgili yazabildiğim kadar yazmak istiyorum. Hem bu olağanüstü durumla ilgili tanıklık olması hem de kendime bu süreçte hissettiklerimle/yapıp yapamadıklarımla ilgili hatıra kalması için.

Benim gibi ruh hâlinize göre ne giyeceğinize, yiyeceğinize, izleyeceğinize, okuyacağınıza karar veren biriyseniz; bu dönemde yaptığınız tercihler sizi de şaşırtıyor olabilir. Aslında birçoğu da bilinçsiz tercihler ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Belki de zihnimiz nelerle doluysa her şeyde ondan iz bulduğumuz içindir. Neydi meşhur şarkının sözleri?

Hatıralar sarmış dört bir yanımı, Baktığım her yerde izin duruyor, Ben seni düşünmek istemesem de, Bana her şey seni hatırlatıyor…

Evet Korona, bana bu ara her şey seni hatırlatıyor.

Geçen aydı sanırım. Platform filmini izledik. Kat sayısı bilinmeyen, çoğunlukla mahkumların yer aldığı ve kaçma imkânı olmayan bir yapıda, aç kalmamak için yapılan türlü iğrençlikleri anlatan, aynı zamanda da kapitalizm eleştirisi yapan ortalama bir film. Normal şartlarda filmin eksiğine gediğine odaklanır ve büyük ihtimalle çok saçma olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi? Haftalarca film aklımdan çıkmadı. Hâlâ aklıma geldikçe sinirlerim bozuluyor. Kendimizi kapana kısılmış hissetmemizle mi alakalı acaba?

Suat Derviş’in Kara Kitap‘ı ne zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Tabii ki bu süreçte okumayı tercih edecektim! Türkçede gotik tarzın ilk örneklerinden sayılan üç hikâyeden oluşan kitap, ciğerinizi söküp elinize veriyor. Çok sert, aynı zamanda çok dokunaklı. Etrafımızda yaşananlar da öyle değil mi?

Uzun zamandır Bütün Bir Ömür kitabı kadar yalın ve çarpıcı bir kitap okumamıştım. Küçük yaşta ailesiz kalan bir adamın, hayatı boyunca yaşadığı zorlukları kabullenişi, mutlu sonla bitmeyeceğini bildiğiniz ama bunun sorun olmadığı, karakterin hayatında başka türlü bir yaşam olamayacağını kabullendiğiniz, içinizi sızlatan ama bunun da sorun olmadığı, sadece izlediğiniz, hissederek izlediğiniz ve yalnızca 139 sayfa süren bütün bir yaşamı gözlerinizin önüne seren bir kitap. Araya nokta koyamadım, çünkü aynı zamanda nefes kesici. Yüzyılda bir karşılaşabileceğimiz bulaşıcılığı bu kadar yaygın bir hastalığı kabullenmekten başka çaremizin olmadığı bir dönemde değil miyiz?

Su Kürü… Kitabın konusuyla ilgili ne yazsam – aslında öyle değil – diye açıklama girmem gerekiyor. En azından son bölüme kadar şöyle sanıyorduk: Erkeklerin kötü, acımasız olduğu; havanın toksikle dolu olduğu bir dünyada, kızlarını her şeyden korumak isteyen bir aile. Sonradan anladık ki “zayıf, güçsüz, yapamaz, beceremez” olduğu için birisini kendine muhtaç kılan, aslında onu gerçekten zayıflatmak istiyordur. Hikâyede bugünle bağlantı kurduğum durum, ebeveynleri kızlarını korumak adına onları bir nevi sosyal izolasyona sokuyor. Başkalarıyla temas yok, aynı havayı solumak yok. Yoksa hastalanırsınız.

İçiniz karardı biliyorum. Benim de içim kararıyor. Hatta farkında olmadan süreçten ne kadar etkilendiğimi okuyup izledikçe gözlerimin dolmasından anlıyorum. Ağlamaya hazır bekliyorlar. Belki de bu yüzden içgüdüsel bir şekilde içimin sıkkınlığına yeni sıkıntılar ekliyorum. Dolsun taşsın, ben de rahatlayayım.

Son olarak Bütün Bir Ömür kitabından; Yine seyahat ediyor, dağların arasında havada asılı duruyor, mevsimlerin onun için hiçbir anlamı olmayan ve hiç de ilgi duymadığı renkli resimler gibi altından geçip gittiğini görüyordu.

Değişen mevsimlerin farkında olmak dileğiyle…

Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın*

Başlık çok iddialı duruyor biliyorum ama açıklayacağım.

Şu sıralar Coronavirüs nedeniyle kendimizi evlere kapattık ve evin bizi nasıl yuttuğuna şahit oluyoruz. İlk haftalar dışarıda çalışmak zorunda olmayan herkes bunu fırsat bilip evin keyfini çıkarmaya çalıştı. Ancak 1 aydan fazladır evde oturunca bu çıkmazımız aynı zamanda bizim yeni normalimiz olmaya doğru gidiyor. Çünkü insan bir süre sonra alıştığından rahatsız olsa da bunu değiştirmekten korkuyor.

İlk girdiğim bordrolu işimde, çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Bir süre iyiydi ama yıllar geçtikçe yorulmaya başladım. Ayrılmak istiyordum ama bunu gerçekleştirecek gücü kendimde bulamıyordum. Çalıştığım yerdeki sorunlardan şikâyet etsem de sorunlar bildiğim sorunlardı ve aynı zamanda bunlar benim alışkanlığım olmuştu.

Yukarıda yazdığım, alışık olduğumuz yerden/kişiden/çevreden ayrılmamızın psikolojik boyutuyla ilgili Öfke Dansı kitabı çok aydınlatıcı. Basitçe, bazı ilişkilerin neden kangren hâle geldiğini, değişim için sarf ettiğimiz bazı çabaların neden işe yaramadığını anlatıyor. O kitaba başka bir yazıda detaylı değinirim sanırım.

Bugün başka türlü bir değişimden bahsedeceğim: Gerçeklerimiz ile hayallerimiz birbirinden uzaklaştığında, durumumuzu hayallerimize göre yeniden şekillendirebilir miyiz? Böyle yazınca gerçeklikten uzak bir düşünce gibi duruyor ama neden olmasın?

Yoğun mesaili işimden ayrıldıktan sonra evden çalışmaya başladım. Elimde yine çokça iş vardı ama iş yeri stresi yoktu. Hayatımdan memnundum. Ancak evden çalışanlar iyi bilecektir, eğer çok planlı programlı değilseniz, tüm gün çok fazla bölündüğümüz için işleri bitirme süresi uzar. Ve kendinizi sürekli çalışıyor hissiyle bulursunuz. Zihniniz hiç rahat değildir.

İşte böyle başlayan süreç eğer çok sosyal bir varlık değilseniz, bir süre sonra evden çıkamamaya dönüşüyor. Dışarıda geçirdiğiniz her vakit lüks gibi geliyor ve evde durdukça dışarı çıkma alışkanlığınızı kaybediyorsunuz. Evde olmak şikâyet ettiğiniz ama değiştirmeye çalışmadığınız, sadece söylendiğiniz bir durum oluyor.

Kendimizi karantinaya aldığımız şu dönemde, herkes hayatında değişen şeylere duyduğu özlemi anlatırken, ben neredeyse günlük olarak hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Evet ailece tatil planları, hafta sonu yaptığımız geziler iptal oldu ama evde olma duygusuna alışığım ve neredeyse dışarının özlemini çekmiyorum. Daha önce yaptığım her şeye devam ettiğim için hayat rutinimde devam ediyor. Sevdiklerimle görüşememek dışında…

Bu evde kalma durumu, benim kendimle ilgili uzun zamandır fark ettiğim ve üzerine kafa yorduğum bir şey aslında. Ama yine bunu değiştirecek gücü bir türlü kendimde bulamadım. Rahatsız olduğum bu durum bir şekilde benim konfor alanım aynı zamanda.

Ödüllü tasarımcı Ayşe Birsel’in “Sevdiğiniz Yaşamı Tasarlayın.” adında, tasarımların en önemlisi gördüğü, insanın kendi hayatını tasarlamasıyla ilgili yol gösterici bir kitabı var. Katıldığı bir toplantıda, “Hayattaki en stratejik amacınız nedir?” sorusuna, üzerinde çok düşünmediği bir cevap veriyor: “Stratejik amacım sevdiğim yaşamı tasarlamak!” Sonra ekonomik bir durgunluk yaşanıyor, o süreçte “Bir tasarımcı olarak düşüncelerimi nasıl ifade edebilirim?” diyor ve yaşadığı süreci avantaja döndürmek adına, tasarımlarını yaparken kullandığı yöntemle sürece yaklaşmaya karar veriyor. Bunu dört adımda özetliyor: Boz, Bak, Yap, İfade Et. Bu yöntemi bir proje olarak kendi hayatında uyguluyor.

Böyle yazınca kulağa gerçek dışı veya sabun köpüğü bir kişisel gelişim kitabı gibi geliyor olabilir ama aslında bu bir oyun kitabı. Sayfalardaki yönlendirmelerle, hayatınızda farkında olup olmadığınız her şeyi ortaya döküyorsunuz ve tüm bunların içinde nelerin değişmesini, nelerin kalmasını istersiniz ona kafa yoruyorsunuz. Ayrıca farklı bakış açısı geliştirebilmeniz için aktiviteler var. Resim çizmek, şablon hazırlamak, metin yazmak gibi… Zihninizi, hayatınızı kitaba döktükten sonra; bu kez istediğiniz yaşamı kurguluyorsunuz ya da ne istediğinizin farkına varıyorsunuz diyelim.

Kitap birkaç günde okunacak türde değil. Her gün 20 dk kitabın üzerinde çalışmanızı tavsiye ediyor yazar. 256 sayfa olduğunu düşünürsek, yaşamınızı her şeyiyle ortaya koymanız ve üzerinde kafa yormanız için epeyce zaman harcıyorsunuz. Eh, bu da iyi bir şey bence.

Karantina sonrası artık aynı insan olmayacağımızı, bu yüzden de süreci kendimize katkı sağlayarak geçirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da çoğunlukla online eğitimler almak, kendimizi geliştirmek, normal zamanda vakitsizlikten yapamadığımız şeylerle uğraşmak olarak düşünüyoruz. Benim günlük rutinimde çok fazla şey değişmediği için yukarıda yazdıklarımın yerine ben, karantina sonrası kendimi olağan karantinamdan çıkarmayı deneyeceğim. Belki sizin de hayatınızda yeniden tasarlamak istediğiniz bir şeyler vardır?


Merak edenlere Ayşe Birsel’in TEDx konuşması:

Burada da katıldığı bir canlı yayın var:

Geçmişe Yolculuk

Geçen seneydi sanırım. Kitap beğenilerine çok güvendiğim Esra, Kırmızı Kazak* kitabını okumamı şiddetle tavsiye etti. Ben de emir telakki ettim ve hemen edindim. Gerçekten kitap benim zevkime çok hitap ediyordu. Klişe olacak ama okurken bitmesin istedim. Ne var ki burada size kitabı anlatmayacağım.

Yaş 16-17. Arkadaşlıkların büyük fırtınalar estirdiği yaştayım. Gündemimiz sürekli kim dostumu çalıyor, kim kiminle yeniden dost olmuş, kim kimin için daha çok fedakârlık yapıyor gibi her şeye fazla anlam yüklediğimiz sonu gelmeyen tartışmalarla, çok sevmeklerle dolu. Benim de kalbimin yarısını paylaştığım arkadaşım birinden hoşlanıyor ama sevdiği çocuk tabiri caizse odun. Bizim kız bunun farkında değil elbette. Bende ise serde feministlik var. Onu kurtarmaya çalışıyorum o çocuktan. Aynı zamanda da dönem itibariyle sürekli dvd kiralayarak yabancı film izliyoruz. O zaman bir film izliyorum. Kızarmış Yeşil Domatesler*… Aman Allah’ım bu film resmen bizi anlatıyor! Tamam, çocuğu öldürüp etini pişirecek hâlim yok ama ben de Ruth’un Rose’u kurtarmaya çalıştığı gibi arkadaşım için her şeyi yapıyorum. Filmi arkadaşıma da izletiyorum, güçlü Ruth’u kendimle ezik Rose’u da onunla özdeşleştirmeme bir şey demiyor sağ olsun ve bu BİZİM filmimiz oluyor 😀 Sonra bu filmin peşine düşüyorum, kitaptan uyarlama olduğunu öğreniyorum ama Türkçesi yok. Yıllar sonra 2009 yılında kitabın İngilizce baskısını abime ABD’den getirtiyorum. Kitaba sahip olduğum için çok mutluyum. Benim için taşıdığı anlam çok büyük!

Birkaç gün önce bir whatsapp grubunda bu filmin geyiği döndü. Ben de yeniden o günlere ışınlandım ve o zamanki hâlime acımayla karışık güldüm. Ergenlik çok zordu çok!

Geçmişteki ruh hâlinizi, yaşadıklarınızı, hatıralarınızı daha çok hangi nesnelerle hatırlarsınız bilmiyorum ama benimki çoğunlukla kitaplar ve filmler/diziler. Küçük kız kardeşimle en güzel vakitleri geçirdiğimiz zamanlara The It Crowd* dizisi, üniversite hazırlık döneminin buhranlı zamanlarına Acar Baltaş kitapları götürür mesela. İleride bugünleri nelerle hatırlayacağım bilmiyorum. Okuduklarım, izlediklerimden neler zihnimde yer edecek? Merakla bekliyorum.

İşte Kırmızı Kazak tüm bu geçmişe yolculuk meselesini bana hatırlattı. Yazarın kitabı hazırlarken hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğine neredeyse eminim. Instagram’da kitabı paylaşırken şöyle yazmışım: “…Okuduğumuz kitaplar aslında yaşadığımız dönemlerin hatırası. Geçmişe onlarla dönmek beni hep heyecanlandırıyordu ama ne zamandır üzerine düşünmemiştim. Bu kitapla yeniden hatırladım…”

Merak ettiyseniz, arkadaşım o çocukla evlendi!


Kırmızı Kazak: Meltem Gürle’nin Bir Gün gazetesinde yazdığı kültür ve sanat yazılarından oluşuyor.

The It Crowd: Bir şirketin bilgi işleminde çalışanların yaşadıklarını anlatan absürd komedi bir İngiliz dizisi.

Kızarmış Yeşil Domatesler: Dostluk üstüne kurulu ama arka planında siyahilerin, kadınların toplumdaki yeri gibi o dönemin sorunlarını ele alan kült bir film.

Yolum “Buraya” Nasıl Düştü?

Kendimi bildim bileli gelecek kaygısı taşıyorum. İlkokuldayken ileride bir gün çocuğum olursa ona matematik dersinde nasıl yardım edeceğim diye bile kaygılanıyordum. Büyüdükçe meslek seçimi, iş hayatı gibi gündemlerim olmaya başladı. Lise ve üniversitede bu kaygım tavan yaptı herkes gibi. Acaba ileride iş bulup çalışabilecek miydim?

Bir işe başladığımız zaman çoğunlukla sonunda ne elde edeceğimize kafa yoruyoruz. Ona göre planlar yapıyor; şu işten mi daha çok fayda sağlarım bu işten mi veya daha çok nasıl fayda sağlayabilirim (para, kariyer, şöhret gibi) diye düşünüyoruz. Hâlbuki işler genelde böyle yürümüyor hayatta.

Steve Jobs’ın Standford Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde kendi hayatını anlattığı bir bölüm var. Zamanında seçmeli ders olarak aldığı, bölümüyle alakasız olan tipografi dersinin macintosh’un işletim sistemini ortaya çıkarırken işine çok yaradığını söyler ve sonunu şöyle bağlar: “İleriye bakarken noktaları birleştiremezsiniz; sadece geriye bakarken noktaları birleştirebilirsiniz. Bu yüzden noktaların bir şekilde geleceğinizde birleşeceğine güvenmelisiniz. Ne olursa olsun bir şeylere güvenmek zorundasınız — içgüdülerinize, kaderinize, hayata, karmaya. Bu yaklaşım beni asla yüz üstü bırakmadı ve hayatımda büyük değişikliklere neden oldu.”

Bu konuşmayı o zaman ilham verici bulmuştum. Sonradan da ne kadar doğru olduğunu fark ettim. Geçen yıl bir okul, kariyerlik günleri için liselilere gazetecilik bölümünü, editörlük işini anlatmamı istedi. Beni bu mesleğe getiren adımları, hayatıma dokunan kişileri ve dönüm noktalarını anlatmaktan mesleğin içeriğine gelemedim. Çünkü beni bu mesleğe getiren ne okuduğum bölümdü ne de planlarımdı. Yalnızca üniversitedeyken birkaç aylığına Çocuk Esirgeme’de gönüllü olarak çalışmış olmamdı ve belki de biraz ikna etme becerimdi. Sonuç olarak o zamanki adımımın bana böyle bir kapı açacağını bilemezdim. Ayrıca bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz hayallerin/tercihlerin gerçekten mutlu edeceğini bilmiyoruz. Ama lisedeyken bunları duymak çok anlam ifade etmiyor olabilir tabii. Umarım bir iki kişiye farklı bir bakış açısı sunmuşumdur.

Başlıkta “buraya” kelimesi şu anda eksisiyle artısıyla sahip olduğum bilince, tercihlere, maddi manevi birikime tekabül ediyor. Şu an başka yerde de olabilirdim ama buradayım ve geçmişe baktığımda çok net bir şekilde hangi noktaların beni buraya getirdiğini görebiliyorum. Bu yalnızca mesleki olarak değil; izlediklerim, okuduklarım, gördüklerim, tecrübe ettiklerim de hatırımda olmasa da zihnimde kalıyor ve benim hayatımı şekillendiriyor, bugünkü tercihlerime yansıyor. Bu blogta da bunları anlatmak, kendime noktaların önemi hatırlatmak istedim.

Kitapların Evdeki Varlığı

Kitaplarım benim vazgeçilmezlerim değildir. Birine ödünç verirken ödüm kopmaz, tekrar tekrar okumayacağım veya çok bayılmadığım kitapların sırf satın aldığım için evde yer işgal etmesini istemem. Kütüphanemi sevdiğim kitaplarla, bende hatırası olanlarla ve başvurabileceğim kaynaklarla donatmayı istiyorum. Bu yüzden ara ara kitaplığımı elden geçiriyor, çok da gerekli görmediklerimi dağıtıyorum. Hem yeni kitaplara yer açılmasını seviyorum hem de kitaplığımdaki kitaplara bakıp haz duymayı. Sürekli yeni kitap almaya devam ediyorsanız elbette bu aynı zamanda bitmeyen bir süreç. Ama öbür türlü hepsini elimin altında tutmaya harcadığım çaba bana büyük bir yük gibi geliyor, aynı zamanda da anlamsız.

Ailemle yaşarken babamın kitaplığı, bizim (ablam ve ben, sonra kardeşim ve ben) odamızın kapalı balkonundaydı. Çocukluğumdan beri evdekilerle her tartışmamda; üzüldüğümde, kızdığımda kendimi oraya atardım. Kitaplarla olmayı sevdiğim için değil, orası kısmen izole bir yer olduğu içindi. Sonra zaman içerisinde babamın türlü türlü kitaplarını okumaya başladım. Hiçbiri yaşıma uygun değildi ama bunun farkında değildim açıkçası. Tek kriterim ilgimi çekip çekmemesiydi.

Birkaç ay önce annemle konuşurken işte kitap dolu bir evde büyüdüğümüz için kitapları sevdiğimizi söylüyordum ki annem “Öyle olsa hepiniz severdiniz.” dedi. Eh, çocukların dörtte üçü ilgili ama kalan dörtte birinin hakikaten alakası yok. Tam anneme hak verecektim ki çok da düşünmeden, “Çünkü kitaplık bizim odamızın balkonundaydı, iç içeydik.” dedim. Annem üstelemedi ben de verdiğim cevabı sonra düşünmek üzere rafa kaldırdım.

Gelelim şimdiye… Mesleğimden dolayı da olsa gerek evimde hep güzel bir kütüphanem olsun istedim. Şimdiye kadar oturduğumuz her evde Ahmet’le kendimize bir çalışma odası ayırdık ve kitaplarımızı oraya koyduk. Öte yandan zamanında Borgen* diye çok şahane bir dizi izlemiştim. Orada kitaplar günlük hayatın bir parçasıydı ve bu tam da benim istediğim bir şeydi aslında. Sonra her odayı türlerine göre kitapla donatmayı düşündüm. Yemek ve yemek kültürü kitapları mutfağa, romanlar oturma odasına, başvuru kitapları salona gibi… Şimdi baktım da çok saçma bir hayalmiş 😀 Her neyse sadede geliyorum. Kitap azaltmama rağmen kitaplığa yine sığamayınca bir tane daha alsak da şuraya mı buraya mı koysak, diye sesli düşünürken Ahmet, yenilikçi yaklaşımıyla “Salonu kitaplıkla dolduralım sonra da bu konuyu kapatalım.” dedi. Ben de bu fikrin üstüne atladım tabii hemen. Sonuç olarak artık sevdiğim kitapların çoğu salonda ve ben onları çalışma odasına kapattığımda ne kadar yazık etmişim onu fark ettim. Gül Ayşe gün içinde binlerce kez onları dökse de artık hepsi elimizden geçiyor; çayımı içerken Didem Madak’tan birkaç kalp yarası şiir okuyabiliyor, keyfim varsa sevdiğim çizgi romanlara yeniden göz gezdirebiliyor, okuduğum kitaptan sevdiğim yerleri Ahmet’le paylaşabiliyor, okuyamadım diye hayıflanıp durduklarıma hemen şimdi başlayabiliyorum. Elbette sadece beni değil, evin diğer fertlerini de etkiliyor bu ortam. Gül Ayşe de bizi taklit etmeye başladı. Onu yetiştirirken kılavuz olsun diye okuduğum kitapları özenle seçip okuyor numarası yapıyor 🙂

Yukarıda saydıklarımı önceden de yapabilirdim ama kitaplar günümüzü en çok geçirdiğimiz yerde, gözümüzün önünde olunca – hele karantinadayken – hepimiz için hayatın doğal akışına dahil oldu.

Ve anneme verdiğim cevaba gelirsek… Farkında olmadan doğru bir karşılık vermişim! Kitapların evde olması tek başına yeterli olmayabilir, kitapları çocukların gözlerinin önüne koymak lazım. Sadece onlara ait kitapları onların odasına koymak da yeterli değil. En çok vaktimizi geçirdiğimiz odanın baş köşesine neyi koyduğumuz neyi daha fazla önemsediğimizi de gösteriyor. Tv ise o, vitrin ise o, resim ise o…


Borgen: Kadın bir siyasetçinin ev ve iş yaşamı arasında geçen zorlu sürecinin anlatıldığı Danimarka dizisi.