Kötü Zamanların Kötü Özeti

Kardeşim Ayşen, instagram’da bir video paylaşmış. Bungee Jumping mi, artık adı her neyse, bir yarıktan denize doğru iple sallanan bir kadın var. Yaparım, yapamam diye anket sorusu koymuş. Ölürüm yazdım. Sonra da oturdum bu satırları yazmaya başladım. 

Hangi ara “yapamam” bilinci yüklenmeye başladı bana hatırlamıyorum ama bir dönüm noktası var ki hayatımda, beni dehşete düşürmüştü. 

Yıl 2013 sanırım, Bologna’ya Çocuk Kitapları Fuarı’na gittik. Merkezde San Petronio Bazilikası var, tepesinden şehre panoramik bakış atmaya karar verdik. Kiliseye restorasyon yapılıyor o zaman, ortasından geçen demir merdivenlerin bir kısmı tadilat hâlinde olduğu için bana hiç güven vermedi. Ancak o zamana kadar bir şeyden korktuğum için geri durduğum yoktu. Kendime pek yediremezdim. Sürekli bi kendine meydan okuma hâliydi işte. Yapamıyorum diyemezdim. 

Kaç kat çıktığımızı hatırlamıyorum, ancak bir süre sonra her adımla birlikte nefesim daralmaya, bacaklarım tutmamaya başladı. Ne aşağı inebilecek gücüm kalmıştı ne yukarı çıkabilecek. Kesinkes öleceğim dedim. Kalbimin atışından başka bir şey duymuyordum. O zamanki yayın yönetmenim Nefise, koluma girdi zor bela yukarı çıktım. Teras gibi alanın ortasına çöktüm, başımı bile kaldıramadım. Şimdi okurken siz anladınız ama o zaman bana ne olduğu hakkında hiç fikrim yoktu ve bu “zayıflık” beni çok sarstı.  

Sonra bir iki kez daha benzer durumda buldum kendimi. Birinde lunaparkta kule midir nedir ona binmiştim, yine öleceğimi sandım, diğeri de çok basit ama bağda çatı katına çıkan küçük merdivenden çıkamamış, oraya oturup kalmıştım. Hah bi de Ayşen’le Korku Evi mi ne ona gitmiştik, kapının altından geçmem gerekiyordu, orada öleceğimi sanmıştım. O zaman gidişatımdan şüphelenmem gerekiyordu bence.

Çocuktan sonra ise iyice işler sarpa sarmaya başlamış bende ama fark etmemişim. Buna da her şeyi anladıktan sonra uzuun süre hayret ettim. Kendimin farkında olan biri olduğumu düşünürdüm. Bir söz vardır, kendini tanımaya çalışmak aynaya çok yakın bakmak gibidir, net göremezsin. Tam olarak öyle olmuş bende de.

İlk 1 yıl Gül’e Ahmet ile birlikte baktık. Çocukla en güzel geçirdiğim zamandı bence. Sonra Ahmet işe dönünce kızımla birlikteyken ya bana bir şey olursa kaygısı yüklendi zihnime yavaş yavaş. İngiltere’ye gelince de gurbet psikolojisi ile katmerlendi, yani öyle olmuş. Bir de pandemide Makedonya maceramız var biliyorsunuz, sinirlerim iyice zorlandı.

Burada bayağı kötü hissettiğim günler geçirdim. Ortada kötü bir şey yoktu ama ben kötüydüm işte. Ne olduğunu da anlamıyordum. Mesela her gece istisnasız baş dönmesi yaşıyordum, bazen kusturuyordu. Buradaki doktor vertigo olabilir, dedi ilaç verdi ama ilaç gündüz derin uyku yaptığı için kullanamadım, kızım evdeyken uyuyamazdım. Sonra sürekli mide bulantım vardı. Ve bir gün 130 nabızla acile ölüyoruuum diye gittim. Detayları çok hüzünlü oraya giremeyeceğim. 

Bu yaz Türkiye’ye gittiğim gün “tak” diye tüm belirtiler kesildi. Tahliller yaptırdım, hiç olmadığım kadar iyiydim aslında. Benim hâlâ kafam dank etmedi. Bir gün sevgili Rabia Nazik’in Kaygı ile Baş Etme webinarı’na katıldım. Sohbet ilerledikçe yaşadığım başka başka şeylerin de kaygıyla bağlantılı olduğunu gördüm. Ben bu kadar kaygılı biri miyim diye ilk o zaman sorgulamaya başlamış olabilirim. 

Sonrası bu kez adı koyulmuş birkaç panik atak daha; terapiye başlama, ilaç kullanma ve şimdilik asayiş berkemal. 

İşte son 10 yıldaki kötü zamanlarımın kısacık özeti ve sonunda kendimi biraz olsa da tanıyorum: 

O atlayışı yapamam. 

Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra Taksim’de patlama oldu. Sonra ben kâbus gördüm, çarpıntıyla uyandım, ailem için endişelendim falan. Anksiyete hâlâ benimle yaşıyor, bunu anladım. Tam anlamıyla kurtulmak mümkün mü bilmiyorum, ancak onunla geçinmeye çalışacağım.

Life of Pi’ye Giden Uzun Yol

Burada saatlerin ileri alınması ve havanın ısınmasıyla nihayet Londra’da yaşadığımızı hissetmeye başladım. Sık sık okul tatili, havanın erken kararması, küçük evde kapalı kalmak, memleket özlemi vs derken iyice bunalmıştım. Şimdi mümkün oldukça aile gezilerimiz haricinde haftada bir gün ya yalnız ya da arkadaşlarımla kendimi dışarı atıyorum. Mümkünse park, bahçe olmasın 😄 

Burada malum her taraf mükemmel yeşil alanlarla dolu ve çocukla her fırsatta birine gitmeye çalışıyoruz. Ancak oraları kafama “çocukla gidilecek yerler” olarak kodladım. Ve biraz da aynı aynı gelmeye başladı yalan yok. Geçen gün arkadaşım Zeynep, haftaiçi tüm gün çalıştığı için park özlemiyle tutuşurken “yoo bensiz gidin, çocuksuz parka gidecek değilim.” dedim. Bunu da burjuva dertleri olarak kenara yazabiliriz 😛

Burada İngiliz babalarını haftasonu minik bebekleriyle, çocuklarıyla; parklarda, cafelerde görmek olağan. Anneler kendilerine ait zaman oluşturuyorlar. Açıkçası şimdiye kadar böyle bir lüksüm çok olmadı. Gül türlü katakullilerle ondan 4 saatten fazla uzak kalmama izin vermiyordu. Niye 4 saat? Çünkü çişini o kadar tutabiliyordu 😅 Evet, normalde kendi başına tuvalete giden çocuk güvendiği ellerde olmasına rağmen (anneanne, teyzeler veya babasıyla beraberken) tuvalete gitmeyi hep reddetti. Böylece beni yanında tutabiliyordu. Arkadaşımla cafede otururken eve dönüp onun tuvalete gitmesini sağlayıp sonra cafeye döndüğümü bilirim. Kreşte de iki ay kadar bunun zorluğunu yaşadık. Sonunda, benden uzakta kalmanın sorun olmadığını hissetmeye başladığında tuvalet için çağırmayı bıraktı. (Evet kreşte de yaşanıyordu) Bu talebi cebren ve hile ile öncesinde de kesebilirdim belki (tabii ki konuşarak birçok kez ikna çabasına giriştim) ama Gül, kendini çekirdek ailesiyle güvende hisseden, ortamla, eşyalarıyla bağ kuran bir çocuk ve biz sürekli yer değiştirerek, zaman zaman onu babasından uzakta bırakarak (şartlar öyle gelişti tabii) onun sınırlarını bence yeterince zorladık. O nedenle bu konuda kendimi ona bıraktım. Ve şimdi 4,5 yıl sonra özgürlük! 

Konu bu değildi ama girmişken biraz anlatayım. Gül hâlâ benim onsuz bir yere gitmeme biraz mırın kırın ediyor tabii. Bugün mesela gideceğimi söyledikten sonra benimle oyun oynadı, oyunda, “Benim annem kötü beni bırakıp gidiyor sen yeni annem olur musun?” dedi 🤓 Ben de yeni anne olarak eski anneyi övdüm hemen 😌 Ancak babasıylayken artık bensiz yapamayacağı bir şey kalmadığı için arkama bakmadan kaçıyorum. Bana çok iyi geldi. Ve tabii Gül’ün de bana göbekten bağlı olmaması için bir yandan olması gereken bir şey. Babasıyla yalnız zaman geçirmek haftaiçi duyduğu özlemi de azaltıyor. Gül ile ben mutluyuz şu durumdan, Ahmet de öyledir umarım 🤓 

Size bu satırları metrodan yazdım (Hatta ineceğim durağı kaçırdım.) Şimdi -Londra’da ilk kez- bir tiyatro oyununa gidiyorum. 1 haftadır bu günü bekliyorum çok heyecanlıyım. 

Bekle beni Life of Pi! Buraya uzun yollardan geldim! 

Yine metrodayım eve dönüyorum. Oyun harikaydı, mükemmeldi ne kadar emekti öyle! Ellerimiz patlayana kadar alkışladık ❤️ 

Bırakınız Aksınlar

Bunca film, roman, şarkı, sanat eseri neden var? Neden onları izliyoruz, okuyoruz, üzerinde düşünüyoruz, tartışıyoruz? Çünkü biz robot değiliz? Duygu, düşünce, sezgi ve bilimum şey bizi yönlendiriyor. İzlediğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz, gördüğümüz her eser de bize bir şeyler düşündürüyor, hissettiriyor ve bizi bilimum şekilde etkiliyor. Ve bundan keyif alıyoruz, kendimiz yaşamış, söylemiş, yapmış, oynamış gibi hissediyoruz. Evet sanat bence insan için. Çünkü insanın buna ihtiyacı var. Rutin bir hayatımız olsa dahi sanatla o duygudan bu duyguya sürüklenebiliyoruz. His bizim gerçeğimiz. Çünkü biz robot değiliz?

Simone de Beauvoir’nın Yıkılmış Kadın kitabı çok acıtır mesela. Doğrularına sıkışmış kadınları anlatır. Mantıklı kararlar almak zorunda hisseden kadınları. Çünkü onlar akıllıdır, akıl demek eşittir mantık demektir. Bir ideolojileri var ise sıkı sıkı bağlı kalmak zorundalardır, söz konusu evlatları olsa bile. Sevdikleri adamlar keyiflerinin peşinden giderken onlar mantıklı davranmak zorundadır, en sonunda kimsesiz kalsalar bile. Evet en sonunda kimsesiz kalırlar. Kiminde güvendikleri dağa kar yağar ve fikren yalnız kalırlar, kiminde evlerinde tek başına karanlıkta kalırlar. Belki her halükarda kalacaklardı ama kim bilir? Hem belki kalpleri acıyorken acıdı diyebilselerdi ya da özledim ya da salla gitsin, belki de yalnız kalmanın yükünün yanında bir de öyle değilmiş gibi yapmanın yükünü taşımazlardı.

Ama hayat kitaplardaki, filmlerdeki gibi değil di mi? Yoo tam da öyle. Spesifik olarak o sahneyi yaşamıyor olsak da o duyguyu, düşünceyi taşıyoruz. Ancak mış gibi yapmamız gerekiyor. Çünkü mantıklı olan bu bla bla… Yazmak bile sıkıyor, gerisini siz anladınız.

İnsan koca bir sanat eseri. İçinde duygular, düşünceler, sezgiler ve bilimum şeyler var. Ancak bence mantık biraz daha haddini bilmeli. Her şeyi onun ekseninde düşünüyor olmak benim canımı sıkıyor. Duygularınız dolup taşıyorsa, sezgileriniz akıyorsa, bırakırsınız. Bırakınız aksınlar.

Onlar öyle bir günde dolmadılar.

Walking on Broken Glass

You were the sweetest thing that I ever knew
But I don’t care for sugar honey if I can’t have you
Since you’ve abandoned me
My whole life has crashed
Won’t you pick the pieces up
’cause it feels just like I’m walking on broken glass

Walking on walking on broken glass

The sun’s still shining in the big blue sky
But it don’t mean nothing to me
Oh let the rain come down
Let the wind blow through me
I’m living in an empty room
With all the windows smashed
And I’ve got so little left to lose
That it feels just like I’m walking on broken glass

Walking on walking on broken glass

And if you’re trying to cut me down
You know that I might bleed
Cause if you’re trying to cut me down
I know that you’ll succeed
And if you want to hurt me
There’s nothing left to fear
Cause if you want to hurt me
You’re doing really well my dear

Now everyone of us was made to suffer
Everyone of us was made to weep
But we’ve been hurting one another
And now the pain has cut too deep…
So take me from the wreckage
Save me from the blast
Lift me up and take me back
Don’t let me keep on walking…
Walking on broken glass

Alıştın mı? – Londra Günlükleri 1

Şubat ayı sonu itibariyle İngiltere’de 1. yılımızı doldurduk. Çabuk mu geçti evet, çünkü yılın 3,5 ayını Türkiye’de geçirdim 🙂 İyi ki öyle yapmışım çünkü şu anda vize uzatma sürecinde olduğumuz için istesem de gidemiyorum. Kendimden yola çıkarak şunu diyebilirim ki insan maksimum 3 ayda bir ülkesine gidip gelmeli, yoksa özlem çok artıyor, yaşadığınız yerden aldığınız keyif azalıyor.

Yine bir hatıra bırakmak istedim bu yazıyla. Göçmenliğimizin 1. yılında neler olup bitiyor?

Herkesin ister istemez ilk sorusu alıştınız mı oluyor. Uzunca bir süre bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim. “Alışmalık” bir durum içinde hissetmemiştim kendimi. Alışmam gereken bir şey yoktu, çözmem gereken şeyler vardı. Gül Ayşe’nin okulu, aile hekimliği işleri, vize işleri vs. Öte yandan yeni bir ülkenin, şehrin heyecanı var tabii. Meraklı çocuklar gibi etrafa bakıyorum hâlâ. Aynı yolun, parkın, mekanın görüntüsünün; hava durumunun değişmesiyle nasıl da değiştiğini fark edip bir milyon tane fotoğrafını çekiyorum. Buradaki arkadaşlarım bana ne kadar yavaş yürüyorsun diyorlar. Çünkü etrafa bakıyorum? Valla etrafa bakmaktan yürüyemiyorum 🙂 Acil bir işim yoksa bir süre yavaş yürümek, izlemek, gözlemek en sevdiğim şeylerden biri.

İstanbul’da sabahları veya iş çıkışı tramvaya bindiğimde turistleri izlerdim. O yoğun saatlerde gelen hınca hınç tramvayda kendilerine boşluk bulup camdan dışarıyı görmeye çalışırlardı. Turistseniz kısıtlı zamanınız vardır, ne görebilirseniz kârdır. Ben de onların gözleriyle o an o yoldaki her şeyi yeniden görmeye çalışırdım. İlk kez görsem ne düşünürdüm, o ne hissediyor acaba?, karanlıkken nasıl göründüğünü düşünmüş müydün hiç gibi gibi… Çünkü hep aynı şeyi gördüğünüzü düşündüğünüzde geriye sadece bıkkınlık kalıyor. İşte alışmak dediğimiz şey de bıkkınlığın bir öncesi. O yüzden alışmaya varan yolları uzatıyorum.

Ancak zaten gurbetçiyseniz, (Bu kelimeler çok enteresan, gurbetçi, göçmen, beyin göçü… Kendimi üçünden de saymıyorum ama birini kullanmak zorundasınız işte) başka bir ülkede yaşamaya çalışıyorsanız insan alışabilir mi emin değilim. Zamanında radyocu, şimdinin kitap yayıncısı Arzu Çağlan, başka bir ülkede yaşamayı çözünce orada bulunma hevesinin kalmadığından bahsetmişti. Eğer alışmak yaşadığın yerin “ne menem yer olduğunu çözmek” ise benim için de öyle sanırım. (Arzu Çağlan’ın çok güzel bir gezi kitabı var, baskısı hâlâ var mı bilmiyorum. Benimki Aysun’da, gelince alacağım Aysuun.)

Bu tüüüüm düşüncelerden ayrı olarak şunu söyleyebilirim evet, burada yaşamayı yadırgamadım. Belki daha önce geldiğim için, belki diline yabancı olmadığım için, (sadece “yabancı değilim” yoksa aksanlarını anlamakta zorluk çekiyorum :)) belki şansıma kısa sürede arkadaş edinebildiğim için, belki yapım gereği bilemiyorum. Kendimi gurbette hissettiğim tek zaman ailemi ve İstanbul’daki evimin konforunu özlediğim zaman. Onun haricinde çevremi, ortamımı, buranın işleyişini yabancılayıp canımı sıkmıyorum, sadece anlamaya çalışıyorum.

Buradaki ikinci en önemli başlığımız Gül Ayşe’nin okula başlaması oldu. Gül yapısı gereği kendini güvende hissetmeden şuradan şuraya adım atmayan bir çocuk. Kreş işinin nasıl olacağı zihnimi çok kurcalıyordu. Ama kararlıydım, öyle veya böyle o okula gidilecekti 🙂

Zorlandı evet ama hiç okula gitmemiş bir çocuk olarak, annesinden ilk kez ayrılmasına rağmen, neredeyse sevdiği her şeyden uzakta, yabancıladığı bir yerde, konuşulanları anlamadığı ve derdini anlatamadığı bir okula alıştı ❤️❤️❤️ Bak yazarken bile gözlerim doldu. Çook büyük bir şey başardı canım kızım. Aferin sana! 

Kendime de bir tebrik gelsin. Okulun yönlendirmesiyle aşama aşama -2 hafta sürdü- kızımı doğru bir şekilde öğretmenlerine emanet edebilmeyi başardım. Ama ondan önemlisi bir şey akıl ettim. Sihir yapmışım gibi oldu.

Avucundaki Öpücük kitabında rakun anne, okula gitmek istemeyen çocuğunun eline bir öpücük konduruyor ve “Ne zaman kendini yalnız hissedersen ve birazcık evdeki sevgiye ihtiyaç duyarsan elini yanağına bastır ve şöyle düşün: Annen seni seviyor. Annen seni seviyor. Bu öpücük yüzüne atlayacak ve içini sevimli, sıcacık düşüncelerle dolduracak.” diyor. Rakun da bu konuşmanın verdiği iç rahatlığı ile okula gidiyor. Kitaptaki bu romantik sahne çok güzel ama Gül’de birebir işe yaramayacağını biliyordum. Onun daha somut bir şeye ihtiyacı vardı. En kolay görebileceği yere, elinin üzerine, onun istediği bir şey çizmeyi teklif ettim. Böylece beni özledikçe ona sarılabilir, onu öpebilir ve özlemini biraz giderebilirdi. Ben de onu özlediğim için benim de ihtiyacım vardı bir çizime. Hem biraz oyun gibi geldi ona, heyecanlandı hem de işe yaramasını umdu sanıyorum. Canım kızım. Birbirimizin ellerine o gün canımız hangi renkte ne istiyorsa onu çizdik ve okul çıkışı heyecanla birbirimize çizdiğimiz resmi kaç kere öptüğümüzü sorduk. Ben hep onu daha fazla özlemiş oldum ❤️ Böylece yanında benden bir parça olduğunu düşünerek biraz teselli buldu ve sabretti. O süreçte öğretmenleri de hiçbir şey için zorlamadılar.

Çadır gibi bir alan var sınıflarında. Duygularınla baş başa kalmak istediğinde orada durabilirsin yazıyor. Sınıfın gürültüsü ona güvensizlik hissi verdiği için onu ayrılacağım gün oraya oturttum, istediğin kadar burada kalabilirsin dedim. 3 gün boyunca hep orada oturmuş, etrafı gözlemiş. Öğretmenleri arada bir gelip oyun oynamayı teklif etmişler ama hep reddetmiş. Sonra bir gün kabuğundan çıktı. Çıkış o çıkış. Şimdi okulun olmadığı günlerde mutsuz oluyor. Artık öğretmenlerini anlıyor, kısa kısa da olsa konuşuyor. Bazen okuldan ateş topu olarak çıkıyor. Anlıyorum ki bir şey anlatmak istemiş ama dili yetmemiş. Ona rağmen pes etmiyor çocuğum. Her yeni gün yeniden hevesle deniyor. Maşallah sana gülüm!

Yazacak çok şey var ama zaten uzun oldu, günlerce sürmesini istemiyorum. Sonraki bölümde görüşmek üzere.

Kışlar Torbaya Girdi

Bu konunun bin türlü yazılmışı var. Ama o kadar gerçek ki insan yazmadan duramıyor.

Nereden duyduğumu hatırlamadığım bir söz var. O kadar çok kullandım ki orijinalse bile benim için klişe oldu. Yazı kusarak değil yutarak yazılır. Yani işte her aklınıza geleni dökmezsiniz, süzgeçten geçirerek en yalın hâliyle ortaya koyarsınız. Ama aynı zamanda şöyle bir şey var. İçinizden fışkırarak çıkan yazı güzel oluyor. Bir derdiniz olduğunda, bir şeyi artık düşünmeyi bırakıp anlatmak istediğinizde, anlatmazsam çatlayacağım dediğinizde, velhasıl yazı parmaklarınızdan döküldüğünde anlatması da okuması da keyifli oluyor. Bunu editörlük tecrübemle söylüyorum, yoksa yazı yazma işinde henüz amatörüm.

Gül Ayşe, Kinder Sürpriz’den çıkmış neredeyse her rengini biriktirdiği ama parçaları kaybolmuş uyduruk arabaların tekerlerini bulmuş onlardan kule yapıyor. Görülmek istiyor, beni dürtüyor. Görüyorum yavrucuğum.

Aklımda bir fikir dolanıyor bir süredir. Yazmak birikiyor içimde. Dışarı çıktığımda, bir nesneyi gördüğümde, bir müzik duyduğumda, bir cümle okuduğumda düşünceler daima aynı yerde dolanıyor. Bu o kadar güzel bir şey ki… Bir şey çevreliyor sizi demek ki yakında bir şey fışkıracak. Tohumlar atılıyor. Siz bir şey yapmıyorsunuz aslında, beyniniz sünger gibi çekiyor bir şeyleri sonra kalbinizde büyütüyorsunuz.

Gül’ün tableti açık. Sesine alıştım ama üzülüyorum. Hava yağmurlu, dışarı çıkmak zor. Çok sıkılıyor çocuk, kendince oyunlar üretiyor ama arka planda sese ihtiyaç duyuyor. Christmas diye okullar tatil burada. 3 haftadır evde. Evet bir sürü çözüm bulunabilir ama her gün bulunmuyor. Belki de bulunur, ben mi çabalamıyorum? Evet enerjim biraz düşük genel olarak. Niye tabureye vuruyorsun? Evet görüyorum canım, üst üste dizmişsin yine. Düştü mü olur öyle. Yeniden yapabilirsin. Evet yeniden yaptın. Tamam, alkışlıyorum.

Yağmur kesildi galiba güneş açtı. Boynum tutulmuş, çeviremedim başımı, cornflakes güzelmiş canım teşekkür ederim. Bir tane yeter sağol. Hadi güneş açmışken dışarı çıkalım.

Yaklaşık 1,5 saat dışarıdaydık. Eh fena değil. Bir şeyler yiyoruz, ortalık sakinken biraz daha yazabilirim. Gül’ün keyfi yerindeyken biraz daha yazabilirim. İkinci cümleyi tercih ederken birinciyi silmemişim. Olur öyle.

Buranın kış kasvetini sevmeye başladım. Uğultulu rüzgârlar, yağmurun verdiği keskin grilik, soğuktan kızarmış eller, tamam canım, o ellerle kapının anahtarını çevirmekte zorlanma, tedirginlikle sokağa bi göz atma… Bu bana varlığımı bütünüyle hissettiren, beni anda tutan ve düşüncelerimi dinleyebildiğim yeni bir deneyim yaşatıyor. Tamam, baban gelince söyleriz. İnsan tedirgin veya meraklıyken tam oradadır çünkü, zihni başka bir şeye kapalıdır. İşte bu ortamda içimde bir şeyler birikiyor, fışkırmaya hazırlanıyor, bakayım, atma onu, silebilirsin, kış kasveti bitmeden onları yazıya dökmem lazım. Sonra bahar geliyor, gevşiyor gönül yayları.

Ancak bu blog yazısının üstteki paragrafının son üç cümlesini 1 hafta sonra yazabildim. Evet canım. Yazıyı ne kusabildim ne yutabildim. Bir nevi boğazımda kaldı.

Bu durumda seneye kıştan ümitliyim, tamam az bir şey getireceğim…

Ya da ondan sonraki kış mı desek?

Beni Özleyin Anacııım*

Birkaç ay önce kendimi iletişim yorgunu hissettim, çünkü ben dikkati dağınık ve gündem meraklısı bir insanım. Nerede ne olup bitiyor merak ederim ve ulvi fikirlerimi paylaşırım çoğu zaman. Bu her şeyden haberdar olma refleksi benim zihnimi çok yoruyor, yorumlarım da karşımdakileri büyük ihtimalle. Kaygılı olduğumda bunu daha fazla yaptığımı fark ettim. Zihnimi askıya almış oluyorum herhâlde ama ortamdan çıkınca daha da yorgun oluyorum. Sonra bir kısırdöngü. Bunu fark ettiğimde, whatsapp’taki çok sevdiğim arkadaş gruplarımdan çıktım, sosyal medya hesaplarımı dondurdum. Biraz zihnimi dinlendirir dönerim diye düşünüyordum. Sonra sosyal medyaya yavaş yavaş döndüm (keşke daha ölçülü kullanabilsem) ama whatsapp gruplarına dönmeyi düşünmediğimi geçen bir arkadaşımın nazik davetiyle fark ettim. Dönmek hakikaten hiç aklıma gelmemiş. 

Üzerinde düşününce sohbet gruplarının çılgınlık olduğuna karar verdim. Normalde birine mesaj atarken selam, nasılsın falan gibi giriş yapılır, karşı taraf mesajlaşmaya hazırlanır. Ama gruplarda öyle bir şey olmuyor. Herkesin kendi bakış açısına göre takip ettiği gündemler bam bam önünüze geliyor ve siz bir anda kendinizi kendi gündeminizin dışında şeylerle de ilgilenirken buluyorsunuz. Benim gibi biri için kâbus! Bir süre sonra zihnim ilgilenmediğim hâlde haberdar olduğum, benim için anlamsız haberlerle doldu. Bu sadece tüketmek de değil. Bunun üzerine düşünür, yorum yapar ve sanki benim için önemliymiş gibi vakit ayırır oldum. Bildiğin küçük twitter! (Twitter uygulamasını hâlâ yüklemedim, arada bir tarayıcıdan giriyorum.) 

Öte yandan iletişimin kalitesini de düşüren bir şey bence. 7/24 aynı evde yaşıyor gibi sürekli iletişim hâlindesiniz (bu da ayrı bir çılgınlık) ama aslında birbirinizin hâlinden çok da haberdar değilsiniz. Bunu şuradan biliyorum. 

Ailem onları aramadığım için şikâyet ediyordu. Annem, teyzem ve ablam genelde her gün konuşur ve birbirlerine anlatacak bir şey bulurlar. Ne yalan söyleyeyim bende sürekli bir şey paylaşma ihtiyacı yok. Biraz daha içe dönük bir insanım sanırım. Önceden kendimi zorluyordum ama artık fark ettim ki ben öyle değilim, yapacak bir şey yok. Muhabbet etmek istediğimde, özlediğimde arıyorum. Onlar kadar sık konuşmamış oluyorum. Ama gerçekten özlemiş oluyorum! Neyse bana sitemde bulundukları bir gün ben de aile WhatsApp grubu kurdum. (Üşengeçlik her zaman çözümcü yapmıştır beni.) Kaç yıl oldu hatırlamıyorum. Arada girildi, çıkıldı, küslükler oldu vs ama kimse onları yeterince aramadığım için şikâyetçi olmadı. Ama onlar bir süre sonra “Yaa bu grup kuruldu birbirimizin sesini duymaz olduk.” dediler. Çünkü aslında gruplarda kendimizden konuşmak yerine bir şeylerden “haberdar” etmeye yönelik bir muhabbet dönüyor. Birbirimizin nasıl olduğunun çok da farkında olmuyoruz. Ama kendimizi konuşmuş sayıyoruz. Konuşmak istiyorsak yine “özel”e gitmemiz, ayrıca mesaj atmamız gerekiyor.    

Bana gelince o haberdar etme kısmı o kadar yoruyor ki ayrıca konuşmaya enerjim, vaktim olmuyor. Şimdi, tüm sohbet gruplarından azade, iletişime geçmek istediğim zaman istediğim kişilerle konuşmak, laflamak; kişiye göre bir şeyler paylaşmak, çoğu şeyden haberdar olmamak, özlenmek, özlemek, merak etmek, bana iyi geldi. Birbirimizi özleyelim azıcık ya. Mesela; Şebnem abla, Nefise Hanım, Zehra hocam, Elif, Fatma Zehra, Şebnem Hanım, Nejla, Zozan, Zeynep Ulviye, Nilüfer, Gülsüm, Rabia, Betül, Kevser, Semra, Gamze hepinizi özledim anacım.

Pedagojiden Nasıl Kaçamadım?

Elif Şafak, Siyah Süt kitabında kendi içinde yaşayan altı farklı kadın karakterin birbirleriyle çelişkilerini, kendisini ele geçirişlerini, sancılarını vs anlatır. O kitabı yeni anne olduğu zaman yazmıştı ve şu an adını hatırlayamadığım bir karakteri vardı. Karakter kendisini sürekli beceriksiz, başarısız hissediyordu. O zamanlar ben Elif Şafak’ı çok okurdum, o da annelik üzerine çok düşünür, yazardı. 2007 yılında henüz sosyal medya çok etkin olmadığı için annelik mevzusu bu kadar çığrından çıkmamıştı. 22 yaşında üniversitede okuyan laylaylom bir insan olarak Elif Şafak’ın annelik buhranlarını, hesaplaşmalarını okumak çok enteresan gelmişti bana. Tabii işin biraz da cool tarafı vardı. Dünyaca ünlü edebiyatçı kadınların birçoğu “kötü” bir anneydi, Elif Şafak iyi bir anne olabilecek miydi, onun kaygıları, edebiyatçılığının ön planda olması gibi derin mevzular. Elif Şafak da kendisini “kötü” bir anne olarak görüyordu. Bu tersine bakış ilginçti.

Sonra sosyal medya ile annelik üzerine yeni birçok tanım, uzman, bakış açısı, çılgınlıklar, hassasiyetler girdi hayatımıza. Ben de çocuk kitapları editörüyüm. Kitaplarımız pedagojik olsun diye panik atak geçireceğim. Öyle bir hassaslık. Sonra bir an geldi. Pedagojiyi sahiden biliyor muyum diye düşündüm. Çünkü pedagojik açıdan bakmak biraz da kendi yaralarınla bakmak oluyor kitaplara. Tabii ki geribildirimler seni yönlendiriyor ama işte o geribildirimleri gönderenler de yaralı kalpler. E biraz da çılgınlar, hassaslar çünkü işte sosyal medya delirtti hepimizi. 

Bu pedagoji işini hakkıyla öğreneyim diye düşündüm. Çünkü o zamanlar bir de yeğenim var, Allah’ım çocuğum olursa bu kadar sevmem mümkün mü diyen aşık bir halayım – ki bence mümkün değil, ayrı kulvarlar 🙂 – Ama ona da kendi yaralarımla hassasiyet gösteriyorum, bunun farkındayım. Gerçek olan nedir? Peşine düştüm.

Hatice vasıtasıyla Mehmet Teber’in pedagoji okumaları grubuna dahil oldum. Çocuğu anlamaya yönelik uzmanların kitaplarını okuyoruz, yine çocukları anlamak için filmler izliyoruz, grup çalışmaları yapıyoruz. Sanıyorum katılanlardan ben hariç herkes anneydi. Öğrendiklerini kendi çocuklarıyla paylaşıp birtakım fayda üretiyorlardı ama ben sadece zihnime işliyordum. Nasıl ağır bir yük hâline geldi bir süre sonra. Fazla bilginin zararını gördüm. Ve Teber’in “Sizi endişeye sevk eden kitap çok iyi olsa bile sizin için iyi değil demektir, doğru kitap size iyi hissettirendir.” gibi bir sözüyle bana iyi gelmeyen bu okumaları bıraktım. Ama iş işten geçmişti, anne olmadan önce yeterince pedagojiye maruz kalmıştım. Hatta şey dediğimi hatırlıyorum: “Hayattan çok erken bezmişim gibi hissediyorum.”

Birtakım kitaplarım

Sadece kitaplar da değil. Sosyal medyadaki türlü anne hesaplarını takip ediyordum, e biraz da işim gereği. Takip ettiğim anne hesaplarının farklı odak noktaları vardı hep. Sağlık, emzirme, kitap, kimya, yemek, şefkat, aktivite, spor, dijital, doğa, eğlence vb. Ben bir güzel onların hepsini de zihnime işledim. Artık patlamaya hazır bomba gibisin Gökçen, aferin sana.

Siyah Süt kitabında Elif Şafak’ın hazırladığı bir tablo vardı. Her akşam o günkü çizelgeye yaptıklarını işliyor ve başarılı olup olmadığına karar veriyordu. (Çok zaman oldu okuyalı detaylar farklı olabilir) Ders çalışma sistemi gibi bebeğine bakıyordu. Bir kontrol listesi vardı yani. O yaşta bunun bebekle çok mesafeli bir ilişki olduğunu düşünmüştüm. Sezgi denen şeyin eksikliğini hissetmişim ve bunu yadırgamışım anlaşılan. 

Sonra kızım doğdu. O tüüüüm her şeyi, bilgiyi uygulayamayacağımı anladım. Öyle olsam Marvel karakteri olurdum 🙂 Ancak bunca okumalardan sonra benim de zihnimde bir kontrol listesi olduğunu görüyorum. Bazılarında tik var ve tabii ki çoğunda yok. Sezgim var, sezgilerim güçlüdür ama o işaretlenmemiş tikler var ya onlar, onlar işte bana iyi gelmiyor.

Tek bir ebeveynlik kitabı olsun isterdim, tek bir cümlesi olsun içinde, sezgilerinize güvenin yazsın. 

Sezgilerimiz bize mi ait peki?  

Kapat zihnini Gökçen, kapat kapat.

Üsküp’te Son Gece

Bu aralar kendimi Survivor’da hissediyorum. Şu an – yazıyı yazarken- varışa yaklaşık 36 saat var. Kendimi Luton Havalimanı’na girmiş, pasaporttan geçmiş, valizlerimi toparlamış ve çıkışta Ahmet’i görmüş hayal ediyorum. Gül Ayşe’yi ona uzatıp artık bayılabilirim diyeceğim. 

İngiltere pandemi döneminde trafik lambası adını verdiği bir sistem uyguluyor. Türkiye 17 Mayıs’tan beri kırmızı renkte yani, gelme kardeşim gelirsen 2250 pound verip otel karantinasında kalırsın 11 gün diyor. Ben haziran ayı başında Türkiye’ye gelirken durum böyleydi zaten (fiyatı 1750 pound’du sadece). Yaz boyunca Türkiye’de kalmayı ve dönüşü de Ahmet’le yapmayı planladığımız için hiç düşünmeden Türkiye’ye gittim. Gidiş o gidiş. Sonrasında ne Ahmet gelebildi ne biz dönebildik. 

Pandemi döneminde türlü türlü tuhaflıklar yaşadık, yaşıyoruz hepimiz. Kayıplarımız oldu. (Canım dedem acısı henüz çok taze). Ama kırk yıl düşünsem Makedonya’da kızımla birlikte 12 gün geçireceğim aklıma gelmezdi. Durumu survivor yapan da biraz bu zaten. Benim açımdan 3,5 aydır tek ebeveynlik yapmak kadar onun için babasından uzakta olmak, sürekli yolda olmak yeterince yıpratıcıyken bir de bize her şeyiyle yabancı bir şehirde, mekanda vakit doldurmaya çalışıyoruz.

24 saat kaldı. 

Makedonya, İngiltere’nin sarı listesinde yer alan ülkelerden biri. O yüzden burayı tercih ettik. 12 gün burada kaldıktan sonra İngiltere’ye geçince otel karantinasına girmenize gerek olmuyor. Ancak 3 haftada bir ülkelerin durumuyla ilgili liste açıklıyor İngiltere. Bu arada sürekli aşıdır, pcrdır, antijendir kuralları değişiyor, obsesif bir şekilde bunları da takip ediyoruz. Mesela şu an iki aşıdan birini Türkiye’de olduğum için, İngiltere’ye girmek için yalnızca Day 2 testi alsam yeter mi, Day 8 de almalı mıyım onu çözmeye çalışıyorum. Çünkü kendi sitelerinde bununla ilgili çelişkiler mevcut. Ama bu tercih aynı zamanda İngiltere’ye gittiğimde ev karantinasında kalıp kalmayacağımı da belirleyecek. Çünkü sarı listedeki bir ülkeden gidiyorsanız, İngiltere’nin tanıdığı iki aşınız varsa tek pcr testi yapıp ev karantinasına girmiyorsunuz, eğer yoksa iki test yapıyorsunuz ve 10 gün ev karantinasında olmanız gerekiyor. Benim Türkiye’deki aşımı EU tanıyor, EU’nun tanıdığı aşıyı UK tanıyor ama aşısını tanıdığı ülkeler içinde TR yok. Hadi bakalım. 

20 saat kaldı. 

Bir yandan valiz hazırlıyorum bir yandan da yazıyı yazıyorum. Niyetim yazıyı Üsküp’teyken bitirmek çünkü Londra’ya gidince bu ruh hâlinden çıkacağım ve anlatmakta zorlanacağım, biliyorum. Belki okuyanlara anlamsız ve yorucu geliyor ama şu anki ruh hâlim böyle 🤒

Gül ile otelde kalmanın çok çok zor olacağını bildiğim için -sürekli dışarıda yemek yemek, bir odaya tıkılı kalmak veya sürekli dışarıda gezmeye çalışmak- gözümü karartıp bir apart daire kiraladım booking’den. Otelde bile insan kendini çok güvende hissetmiyorken Kiril alfabesinden dolayı adını bile söyleyemediğim bir sokakta güvenli midir değil midir emin olamadığım bir evde kalmak beni – özellikle geceleri- ayrıca strese soktu. Çok şükür ki zihnimdeki olumsuz senaryolar kuruntu olarak kaldı, aksine yaşadığım sokağı sevdim ve gece 11’de bile evimize çoğu zaman yürüyerek döndük Gül ile. O sokağı hep güzelliklerle hatırlayacağım.

Üsküp, Türk çarşısı denilen Osmanlı’dan kalma eski çarşısı ile meşhur ve şehre gelen Türkler genelde orada otellerde kalıyorlar. Biz daha çok Arnavutların yaşadığı taraftayız. (Şehrin yüzde 80’i Makedon Türk’ü yüzde 20’si Arnavut’muş.) Açıkçası seçtiğimiz bölgeden memnunum. Zannediyorum öğrenci evlerinin çoğunlukta olduğu bir yer; cafeler çok ve akşam sokaklar gençlerle dolu oluyor. Bisiklet kullanımı fazla ve özellikle kadınları günün her saati bisikletle gezerken görüyorsunuz. Gençlerin rahat ama taşkınlık yapmadığı, arabaların her daim yayalara yol verdiği, parka ve merkeze yakın, sokakların ve binaların çoğunlukla eski olduğu ama yaşayan bir yer.      

Daha önce hiç bu kadar doğaçlama günler yaşadığım bir zaman dilimi olmamıştı sanırım. Bunun da tadını çıkarmaya çalıştım. Çok tatlı arkadaşlarım oldu ve genel olarak bir şeyleri kontrol etmeye çalışmak yerine “evet” “tamam” demeyi tercih ettim. Her arkadaşıma tamam dediğim için birtakım karışıklıklar oldu ama bir nevi kendimi akışa bıraktım diyebiliriz : )

Gül de başlarda yeni bir yer keşfetme heyecanıyla her şeye oldukça istekliydi ama geldiğimiz son durumda iki adım atacak dahi motivasyonu kalmadı. Az önce “Anne, babamı neden bırakıp buraya geldik?” diye sordu mesela. Şu an geçirdiğimiz tüm tatili sorguluyor : )

Ben de bu kırmızı liste durumuyla ilgili Türkiye’de yeterince vakit geçirdiğim için ve bir daha ne zaman gelirim belli olmadığı için “her şeye değer” diye düşünüyordum ama gerçekten bu süreç, prosedürler, belirsizlikler, çocukla yalnız olma kaygısı (bu en önemlisi tabii) beni çok yordu. Yeni bir ülke ve şehir görmek güzeldir tabii ki ama şu an bunun farkında değilim. Geriye dönüp baktığımda böyle bir deneyimi hoşlukla hatırlayacağım büyük ihtimalle ama özellikle çocukla deli işiymiş, hakkımı vermem lazım : )

Artık bitiriyorum. Birtakım kazıklanmalar, yemeklerin damak tadımıza çok uygun olmaması, Makedon dinarını bir türlü kavrayamam gibi teknik zorluklara değinmeden, gezi yazısı olmadığı için önerilere yer vermeden burada bitiriyorum. İnşallah bu yazıyı Londra’da yayınlayacağım. Son olarak değinmeden olmaz. Bu stresli ve yorucu geziyi hem benim hem Gül için güzelleştiren Zeynep ve Ebubekir çifti, mahalle arkadaşı olduğumuz Zeynep ve Derya, Gül’ün arkadaşı Defne ve annesi İzlem iyi ki tanıştık. İyi ki vardınız ❤️

Ve Ahmet, seni çok özledik.

Son 18 saat. 

Londra’da görüşmek dileğiyle 🌸

Boda Apartment hatırası 🙂

Ekleme: Bu yazıyı yayınladıktan 1 saat sonra Türkiye kırmızı listeden çıktı. Bu tecrübeye ihtiyacım varmış demek ki 🤷🏻‍♀️

Çocuk Kitaplarının Pertavsızla İmtihanı

Son birkaç yıldır özellikle ebeveynlerin gündeminde çocuk kitaplarının büyük zararları olabileceği konuşuluyor, metinlerin altında subliminal mesaj aranıyor, panik hâlde “büyük oyun” görmeye çalışılıyor. Bu konuda benim düşüncem net. Bir kitap sizin hassasiyetlerinize uygun olmayabilir. Ancak çocuğunuzla doğumundan itibaren olabildiği kadar sağlıklı ve açık bir iletişiminiz varsa, onunla kendi bakış açınız hakkında konuşuyorsanız, yani kendi değerlerinize göre bilinçlendirdiyseniz, dış etkenleri bu kadar önemsememelisiniz. Eğer bir kitabın çok büyük sorunlara yol açabileceğini düşünüyorsanız, önce çocukla ilişkinizi gözden geçirmek faydalı olabilir. Bu konuyla ilgili kitap kulübümüz Balonlu Sakız Ağacı’nın podcast serisinde ve Tuğba Akbey İnan’ın da Mavi Dünya adlı podcast programında konuştuk. Linkleri aşağıya ekliyorum.

Bu aralar Murat Toklucu’nun yazdığı, Nurcihan’ın Çamaşırları ve Diğer Meseleler adlı bir kitap okuyorum. Bazıları ucundan yakaladığım bazıları içinde olduğum bazıları ise “yok artık” diye güldüğüm gazete haberlerinden oluşuyor. Dönemlerin asparagas haberlerinden, politik olanlara; gazeteciliğin yanıltıcı olarak nasıl kullanıldığına dair çarpıcı bir arşiv çalışması. Okurken hangi saçma sapan yollardan geçtiğimizi hatırlayıp günümüz saçmalıklarına şükrediyor insan. Ama onun haricinde bir bölüm var ki ister istemez günümüz ebeveynlerinin çocuk kitabına bakışıyla bağlantı kurdum.

Kitapta, Stalin’in Bıyıkları ile Komünizm Propagandası diye bir bölüm var.

9 Mart 1955 yılındaki Milliyet gazetesinde, Bir okul kitabı toplatılıyor başlıklı haberde şöyle yazmaktadır: “Liselerde okutulan Astronomi dersi kitabındaki şekiller arasında Stalin ve Lenin’in resimlerini de konduran müellif ve matbaacı hakkında takibat açıldı. (…) İki baskı yapıldığı anlaşılan kitabın 95’inci sayfasında Stalin ve Lenin’in resmi bulunmaktadır. Keza ikinci baskının 142’inci sayfasında da aynı resimler gösterilmektedir. Resimler talebeye gösterilmek maksadı ile kitaba konulmuş bir meteor taşı resminin ortasına oturtulmuştur. Bilhassa Stalin’in fotoğrafı ilk bakışta nazarı dikkati celbetmekte, kalın kaş ve meşhur pos bıyıkları derhal fark olunmaktadır.” Haberde kitabı yazan Kabataş Lisesi Matematik Öğretmeni Şerafettin Çintan’ın okuldan göz altına alındığı bilgisi de var, diye not eklemiş yazar.

Şerafettin Çintan durumu şöyle açıklar: “Meteor taşının üzerindeki resimler Lenin ve Stalin’e değil, iki çocuğa aittir. Bu çocuk motifleri meteor taşının büyüklüğü hakkında bir fikir verebilmek için taşın üzerine yerleştirilmiştir. Ayrıca biz bu resimleri İngilizce bir kitaptan alıp kullandık, kendimiz hazırlamadık. Son derece müteessirim.”

Bu kitabı matematik öğretmeni hazırlamamıştır, meteorda oturan da yalnızca iki çocuktur. Maarif Vekaleti resmi inceler ve ihbarın asılsız olduğu anlaşılır. Bu açıklama üzerine ertesi gün bu iddialar ortadan kalkar. “Belli ki kitabı çıkaran İnkılap Kitabevi, olaya yer veren gazeteleri dolaşıp iddiaların yalan olduğunu anlatmıştır.” diyor Murat Toklucu.

Konu tam kapandı derken Peyami Safa yeniden alevlendirir. Daha öncesinde Milliyet gazetesi yazarı olarak o da bu “kahbe” olayı kınamıştır ama sonrasında kitabevi editöründen detaylı malumat almış ve resmin sandıkları gibi olmadığını açıklamıştır. Fikrini değiştirmesini şöyle açıklar: “Fakat dün bazı dostlar ‘Kitaptaki resme pertavsızla (büyüteçle) baktınız mı?’ diye sordular. Kitabı getirdim ve pertavsızla baktım. Ne göreyim? Kalın kaşları ve bıyığı ile Stalin göktaşının içinde yan gelmiş oturmuyor mu? (…) Bana öyle geldi ki galiba becerikli ve sinsi bir el, çocuklardan birinin yüzünü Stalin’in minyatür portresi hâline getirmiş. Eğer bu çehrenin Stalin’e ait olmadığı iddia edilirse, çocuğun yüzüne kalın kaşlar ve pos bıyık ilave edilmesindeki manayı anlama imkânı kalmaz.”

Kitap bu kez bakanlığa gönderilir ve Milli Eğitim Bakanı yapılan inceleme sonrası ihbarın asılsız olduğunu açıklar. “Ancak bakanlık, yayınevinden, münakaşalara sebep olmaması için yeni baskılarda söz konusu resmin kullanılmamasını istemiştir.” Ve yazarın notuna göre bir sonraki baskıda o resmin yerine üzerinde çocukların olmadığı başka bir göktaşı resmi konmuş, yanında ağırlığı ve Meksika Tarih Müzesi’nde bulunduğu yazılmıştır.

Son yıllarda özellikle sosyal medya üzerinden bazıları, pertavsızla çocuk kitaplarına bakıp olmayanı görüyor, ithamlarda bulunuyor; yayınevlerini örnekteki gibi “sırf yanlış anlaşılmaması için” baskı tekrarlarında değişime gitmeye zorluyor.

İdeolojiler her yerde olduğu gibi çocuk edebiyatında da var. Ancak olmayanı görmek, ihtimallerden korkmak yerine yapılması gereken başka şeyler yok mu? 1950li yıllardan bu yana bir şeylerin değişmiş olması gerekmiyor mu?